01 Mart, 2006

AVRASYA SEÇENEĞİ


BİREYCİLİK, TOPLUMCULUK ve UYGARLIK

Tarihin bu dönüm noktasına yaklaşırken, eğer korktuğumuz gibi Batı’dan delice girişimler çıkmazsa, yine de ümitvar olmalıyız. 300 yıl önce yükselmeye başlayan bireyci Batı uygarlığı, Doğu’yu artık durgunluğa sokmuş kadim toplumsallığı, Doğu’da da törpüleyerek bireye bir özgürlük alanı açtı, ve bu doğrusu fena da olmadı; sonuçta biz de bundan bir hayli istifade ettik. Belki şimdi Doğu’nun karşılık verme zamanıdır; hayırda yarışarak ve barış içinde.

Bu gerçek bir olaydır: Hollandalı bir adam Müslüman olmaya karar vermiş. Gitmiş, ülkesindeki Müslüman din adamlarıyla görüşmüş, kelime-i şehadet getirmiş ve bu yeni dinin umdelerini öğrenmek istemiş: “Namaz kılacaksın; İslam’da Allah’a ibadet namazladır” denmiş, “hayhay” demiş; “Ramazan’da oruç tutacaksın” denmiş, “hayhay” demiş; “zekat vereceksin” denmiş, “o da nedir?” demiş. “Fakirlerin senin malındaki hakkıdır, onların bu hakkını vereceksin,” denmiş, “benim malımda kimsenin hakkı yoktur, ben her şeyimi alın terimle kazandım, kimsenin malını gasp etmedim, böyle şey mi olur?” demiş; Hollandalımız Müslüman kalmakta kararlı olmuş mu, bilmiyoruz.

BİREYCİLİK VE BATI

Kıta Avrupası’nda olan, ama zihniyet havzası olarak Anglosakson dünyaya dâhil Hollanda, Batı kültürünün nihai örneklerinden birini teşkil eder. ABD ve İngiltere ile birlikte Hollanda Protestanlığın, liberal demokrasinin, serbest pazar ekonomisinin ve bireyciliğin kaleleridirler ve öyle görülüyor ki, Batı’nın geri kalanı da, eğer Batı uygarlığının seyri içinde devam edeceklerse, onların bulunduğu yere geleceklerdir. Bireycilik ve bireye verilen önem belki Batı uygarlığının insanlığa kazandırdığı en önemli nosyonlardandır. Doğuda insan tekleri uzun çağlar boyu devlet, din, tarih, gelenek, toplum gibi “aşkın bütünler” tarafından kuşatılıyor ve sindirilerek zapturapt altına alınıyor iken, Batı’nın bireyci başkaldırısı, en azından son 300 yıl boyunca muazzam bir ilerlemeye temel teşkil etti; herşey temel değer olan insan tekine göre ve onun hizmetine amade olarak yeniden düzenlendi; devletler birey haklarını garantiye alan hukuk düzenlerinin koruyucusu oldular; din bireysel başarıyı ve azmi vurguladı; pazar ekonomisi bireysel yeteneklerin önünü sonuna dek açtı ve bunun sonucu oluşan muazzam iktisadi-sosyal-siyasal patlama Batı uygarlığına bugünkü lider konumunu kazandırdı.

KAHROLSUN BATI MI?

Ama bir de madalyonun öbür yüzü var tabii ki. Bireyciliğin kalesi ABD’nin kapitalist düzeninin, hem de en müsait şartları yakaladığı, dünya üzerinde ABD’den başka bir süpergüç kalmadığı çağda, içinde çırpındığı ve çıkamadığı bataklık galiba bir şeylerin habercisi. Batı’nın sonunu ilan eden kalabalık kahinler grubuna katılmakta her zaman çekingen olmuş ve onlara her zaman şüphe ile bakmışımdır. Zaten sorun, şu ya da bu uygarlık havzasının sonunu ilan etmek ya da “zengin akrabanın mirasyedileri gibi” can çekişmesini yatağının başında sabırsızlıkla beklemek değildir. Sorun, Batı lokomotifinin tenderinde ne kadar yakıt, kazanında ne kadar buhar kaldığını kestirmek ve insanlığı bundan sonra ileri götürmek için bu lokomotifin hala iyi bir seçenek olup olmadığını değerlendirmektir. Bu değerlendirmeyi yeterince doğru yapan toplumlar, değişim döneminin çalkantılı denizinde uygun bir seyir rotası ile sakin sulara yol alırken, değerlendirmeyi yapamayıp tsunami dalgasına yakalananlar 300 yıl önce olduğu gibi yine alabora olacaklardır; sorun budur.

Amerika’nın parçalanan aileleri, yaygın suç ve cinsel şiddeti, milyonlarca evsiz ve fakirin durumu, daha önce de bu sayfalarda yazdığım gibi, Amerikan düzeninin yürütülmesi açısından pek bir sorun teşkil etmedi, çünkü sistem bu kategorilerde bir iyileştirme vaad etmiyordu ki zaten. Sorun başarılı bireylerin önünü açmak ve sisteme onların yaratıcı becerilerinden yeterince enerji devşirmekti; yoksa “yeteneksizleri onların sırtına yük etmek” değildi; örneğin zekat vererek olduğu gibi. Düzen bu açıdan “adildir”; çünkü Protestan bakış açısından “İlahi düzeni” taklit etmektedir; “beş parmağın beşi de eşit değildir”, Tanrı insanları farklı yetenekte yaratmış, kiminin çok, kiminin az kazanması mukadder olmuştur. Yine aynı nedenlerle ABD ölüm cezasını, aynı işlevi görecek bir başkasını bulana dek kaldırmayacaktır; çünkü mükemmel bir “sosyal Darwinist” cezadır; başarısız olan yok olur! Dikkat edilirse “suçlu olan” değil, “başarısız olan yok olur” diyoruz. Çünkü düzeni ağır ihlal kadar, bununla suçlandığında iyi avukatlar bulamamak, kendini savunamamak, cahil olmak, yeteneksiz olmak da başarısızlıktır; “giderilmeyi” gerektirir! Sistem yoluna devam eder.

GLOBALİZM VE SÖMÜRGECİLİK

Batı uygarlığının bu “hayrı” ya da “şerri” sadece kendi toprakları içinde kalsa idi bizim için bu derece yakından ilgilenmek ve kafa yormak gerekmeyecekti belki; ama o bunu yaymak istiyor ve buna “globalizasyon” diyor. Ancak, tabii ki, Batı uygarlığının kendini yaymak istemesi yeni bir şey değildir. 19. yüzyılda da Batı, uygarlığını dünyanın en ücra köşelerine dek yaymış ve buna “Kolonyal Çağ” denmişti. Ama, daha önce yazdığımız gibi o dönem bu işin, tabir caizse, bir “namuslu” tarafı vardı. Bu konuda daha önce şunları yazmıştım:

“Meşhur iktisat tarihçisi Karl Polanyi Büyük Dönüşüm adlı kitabında 19. yüzyıl uluslararası banker-finans çevresine verdiği isimle “yüksek maliyeyi” (haut finance) över. Yüksek maliye yıkılan Kral-Aristokrasi-Kilise iktidarının yerine geçen yeni düzende evrensel aracı olan kilisenin yerini üstlenerek devletler arası çelişki ve çatışmaları çözmüş, yatırımların sorunsuz yürütülmesini sağlamış, sömürge ülkelerinde sanayi ve ticaretin ihtiyaç duyduğu demiryolu, liman ve diğer altyapı inşaatlarını finanse ederek Dünya’nın geniş bölgelerini ve uzak milletleri uluslararası pazara açmış; bir anlamda Avrupalı insanın Dünya’ya uygarlık getirmekle kendini yükümlü gördüğü “mission civilisatrice”i gerçekleştirmesinde gerçek bir öncü görevini başarı ile yerine getirmişti. 19. yüzyıl yüksek maliyesi fetihçiydi; insanları ve toprakları kapitalizmin evrensel pazar düzenine katıyor, bu yeni düzen içinde onlara iş ve aş sağlıyor istihdam ediyordu. Örneğin bu dönemde Afrika’nın Dünya ticareti içindeki payının %8’e çıktığını görürüz; oysa bu rakam bugün %3’tür. Sonuçta Batının bu büyük macerasında yüksek maliye de sömürge askerleri ya da misyoner-hümanist Dr. Albert Schweitzer kadar gerekli ve faydalıydı. Ve macera sonuçta herkese istediğini veriyordu: Askerler için şan-şöhret, yüksek maliye için karlar ve biriken servet, Dr. Albert Schweitzer için iç huzuru ve sevap.

Bugünün “yüksek maliyesine” gelirsek karşımıza uluslararası borsa simsarları, sıcak para efendileri, fahiş faizlerle çevre ülkeleri soyan tefeciler ve Allah bilir daha kimler ve hepsinin büyük efendileri IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar çıkar. Bu tefecilerden alınan borcun faizlerini normal bir üretimin sağladığı kar ve büyüme ile geri ödemenin imkânı yoktur, dolayısıyla bu amaçla onlardan borç almanın da bir anlamı yoktur.

1980’lerin ortalarından beri “dışa açılmak” ekonomide sihirli bir kavram olmuştur ancak pratiğe bakıldığında bundan anlaşılan mal ve hizmet hareketlerinin ülkeler arasında serbest bırakılması değildir. Bunu Avrupa ve Amerika’ya mal ihraç etmeye çalışırken karşılaştıkları kotalar, gümrükler, engeller ve giderek anlamından kopan ve yerine getirilmesi zorlaşan kalite şartları ile boğuşan ihracatçılar iyi bilirler. Yine teoride serbest piyasanın öbür rüknü olan serbest işgücü dolaşımından ise hiç bahsetmiyorum. Serbest işgücü dolaşımı hakkından istifade edip Avrupa veya Almanya’ya giderek orada çalışabileceğini düşünen birilerinin kaldığını zannetmiyorum.

O halde dışa açılmadan son 20 senedir ne anlaşıldı? 1980’lerden başlayarak şimdi kimi batmış kimi de ciddi ekonomik sıkıntıdaki birçok ülkede açılan borsalar bunun cevabıdır. Borsalarla birlikte içeriye para giriş-çıkışı üzerindeki kontroller de kaldırıldı. Bu borsaları kumarhane olarak kullanan uluslararası sıcak para geldi ve bu ülke ekonomilerinden borsa oyunları ile muazzam miktarlarda serveti alıp götürdü. Her kumara ilk başlayanın başına geldiği gibi başlangıçta işler iyi gitti. Bu ülkeler tatlı paralar gördüler, ekonomileri birden canlandı; sonra da ellerindekini avuçlarındakini bu kumarda kaybettiler.

Evet bugünün uluslararası finans oligarşisi 19. yüzyılın yüksek maliyesinin öncü rolüne hiç yakışmayan bir görüntü çiziyor. Artık karşımızda bir kahraman değil, bir kumarbaz var ve o yeni alanlar fethedip yeni ülkeleri, yeni insanları pazara katmıyor; bugünün kapitalizmi tabiri caizse “insan çöplüğü” üretmekte: Üçüncü dünya ülkelerinde gitgide artan dış borçla birlikte topraksız köylüler, fakirler ve yayılan açlık, Batı ülkelerinde bir türlü atlatılamayan durgunlukla birlikte artan işsizler ve evsizler ordusu.”

Bütün bunları ben ne için yazdım ve siz ne için okudunuz? Cevap basit: ARTIK BATI BİREYCİLİĞİ DÜNYAYI DAHA GÜZEL GÜNLERE GÖTÜRMÜYOR.

Bu sayıda yayınlanan Henry Kissinger’ın hayatı ile ilgili çok ilginç yazıdan bir alıntı yapmak istiyorum. Olay Henry Kissinger’ın Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi’nde çalıştığı 1974 yılından başlayarak gelişir:

“10 Aralık 1974’te Kissinger ve Ulusal Güvenlik Konseyi kadrosu bir taslak hazırladılar: “Ulasal Güvenlik Etüdleri Muhtırası 200: Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Denizaşırı Çıkarları Açısından Etkileri” (National Security Study Memorandum 200: Implications of Worldwide Population Growth for US. Security Overseas Interests) (NSSM 200). BURADA SOYKIRIMIN ABD HÜKÜMETİNİN RESMİ MİLLİ GÜVENLİK POLİTİKASI OLMASI ÖNERİLİYORDU.

Sonraları, çok gizli mührü kaldırılan NSSM 200, Dünya nüfusunun ençok 8 milyarda tutulmasını ve 2075’te beklenen 22 milyardan kaçınılmasını öneriyordu. Bu kadar nüfus artışının “savaşlar ve devrimlere” yolaçacağını söyleyen NSSM 200 “gıda kontrolünün” hızlı nüfus artışını durdurmak için kullanımını öneriyor ve modern ve yoğun tarım tekniklerinin başka bölgelerde yoğun nüfusu beslemesine rağmen “çok fazla sermaye yatırımı” gerektirdiğini iddia ediyordu. NSSM 200’ün diğer bir iddiası, azgelişmiş ülkelerdeki nüfus artışının, sanayileşmiş dünyanın ihtiyaç duyduğu enerji ve hammadde kaynaklarını tüketeceği idi. NSSM 200, 13 ülkeyi özel hedef seçti; bunların Çin dışındaki nüfus artışının %47’sinden sorumlu olduğu varsayıldı: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Meksika, Endonezya, Brezilya, Filipinler, Tayland, Mısır, TÜRKİYE, Etiyopya ve Kolombiya.”

Bugün bu projenin yürürlükten kaldırıldığına dair bir kanıt yoktur; bunu 2000’lerin süper Amerikan Başkanı Bush’un “artık nükleer silahları olmayan ülkelere karşı da atom bombası kullanabiliriz” ifadesi ile birleştirirseniz, nükleer teknoloji kullanılarak geliştirilmiş bir “insan çöplüğünün kontrol altına alınması” prosesinde uygulanması için çok sebep vardır.

Batı uygarlığının, havaya uçan bir cephaneliğin havai fişek gösterisine benzer bir manzara yaratmadan dünya sahnesinden çekileceği, ya da en azından böyle bir “gösteriden” sağ kurtulacağımız ümidini taşırsak, sorabiliriz: “Sonra ne olacak?”

AVRASYA VE TOPLUMCULUĞUN YÜKSELİŞİ

Hakim Batı kültürü, en başarılı ve güçlülerin egoizmi ve diğerlerinin üzerinde hükmetme hakkına dayanan 300 yıllık bireycilik yerine, artık giderek gereği kendini dayatan bir diğerkamlığı ve toplumculuğu içinden türetebilir ve uygarlık sahnesine çıkarabilir mi? Güneşin altında ne olup ne olmayacağı iyi-kötü bellidir, ve Batı’nın uygarlık ocağında küllenmiş ama sönmemiş diğergamlık ve toplumculuk korlarının hala içten içe yandığına, ya da böyle olsa bile, bu zayıf korların güçlü bir uygarlık ateşi çıkarabileceğine dair elde yeterli kanıt yoktur; bir zamanlar Doğu’dan da bir bireycilik ateşi yakmasını kimse beklememişti, nitekim yanmadı da. O halde “Batı”nın üzerinde uygarlık güneşi alçalıyor; ve belki de “Doğu”da tan yeri belli belirsiz ağardı.

Daha önceleri de yazdığımız gibi, “Doğu” kelimesiyle bu yazılarda kastedilen İslam (İran hariç) ve diğer Asya kültür havzalarının yanısıra Ortodoks Hıristiyan kültür havzasıdır. Bir kez daha bir Doğu imparatorluğu olan Osmanlı’nın Bizans terekesi Ortodoks Balkanlarda neredeyse yıldırım hızıyla yayıldıktan sonra (Osmanlı’nın Boğazları geçip Trakya’ya ayak basışı ile şimdiki Hırvat-Boşnak sınırına varışı arasında yaklaşık 50 yıl vardır) yüzyıllarca bu sınırı pek ilerletememiş olması manidardır. Çünkü Ortodoks toplum ve siyaset tarzı ile Osmanlınınki anahtar ve kilit misali birbirine uyuyordu.

20. y.y. başlarında Rus Çarlığı’nı başkalarının değil, ama Doğu’nun büyük hanlarının takipçisi ilan eden Rus Avrasyacıları ve onların takipçisi bugünküler de Rus kimliğini Batılıdan çok Doğulu görürler. Bu anlamda Ortodoks toplumsallığı “Sobornost” ve Avrasyacıların tarif ettiği toplum ile uyumlu “senfonik kişilik” ile İslam’ın “cemaat” ve “insan-ı kâmil” kavramları arasında büyük benzerlikler vardır. Avrasyacıların da tespit ettiği gibi Batı “organik” olan toplumu parçalar ve onu “inorganik” parçacıklara, yani bireylere indirger. Bu barbarlıktır. “Senfonik kişilik” sahibi birey ise bunun aksine toplumunun tüm özelliklerini bünyesinde barındırır ve ilişkileri bireysel rekabetten çok işbirliğine yöneliktir; bu uygarlıktır. Öte yandan toplumsallık uzun bir evrimle kazanılmış, “organik bir süreçtir”; dolayısı ile bunun korunması içinde yeşerdiği çeşitli toplumsal kültürlerin korunması ve globalizmin saldırgan dönüştürücü-tektipleştirici süreçlerine karşı çıkmakla olur. Ve herhalde Türkiye’de bu hassasiyete çok kişi katılır.

LİBERALİZM, İSLAM, SOL (A LA TURCA)

Bize gelince. Toplumsallığımızın temel direği olan İslam için Amerikanvari “dog-eat-dog” (köpek köpeği yer) rekabeti çok yabancıdır ve toplumsal bünyemiz bunu asla ve tam olarak kabul edemedi. Sonuçta ortaya ’80 sonrası Amerikanvariliğin “kafanı kullan köşeyi dön” karikatürü çıktı. Mevlana’nın “Ol mahiler derya içredir; deryayı bilmezler” sözünün işaret ettiği gibi içinde yaşadığımızdan bu halin ne derece traji-komik olduğunu göremiyoruz; belki bir içecek şirketinin Amerikalıları Türk adetlerini benimsemiş gösteren TV reklamları halimizi kavramak için tersinden örnek olur.

Bu anlamda Türk toplumsallığının çöküşü, 250 yıl sürmüş Batılılaşma maceramıza rağmen yeni sayılabilir. Bizde sokaklarda yaşayanların, evsiz-kimsesizlerin ortaya çıkışı 20 yıllıktır. Bundan önce bu kişiler sahipsiz kalmaz; yaşadığı mahallede bakılırlardı; ilk bakışta garip bir örnek gelebilir ama; yine bizde “su” satmak da hoş olmayan birşeydi; “Allah’ın suyu satılır mı kardeş?” hayretli nidasını hala hatırlayanımız çoktur; su daha yeni “Allah’ın” olmaktan çıktı; piyasa metaı haline geldi. Örnekler uzatılabilir. Ancak bir şeye dikkat edilmelidir.

Türkiye’de kültürel kodumuzda yatan bu toplumsallığın siyasal ve iktisadi rasyonalite düzeyinde kendini devam ettirmesi, ne tuhaftır ki, bir “gizli el” tarafından durdurulmuştur. 1960’larda ve ’70 başlarında Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi kişilerin araştırdığı İslam’da sosyalist toplumsallığın temellerini arama ve bununla bağlantılı İslam-sosyalizm tartışmaları bir anda yerini bir tarafta bir din-Tanrı düşmanlığına, öte yanda ise çivisi çıkmış bir sağ-müslüman-liberalliğine bıraktı. Eh! Serbest pazar “dindarlık” rükünlerinden olunca dinin de bezirganların elinde alınıp satılmasına birşey denemez. Bugün dindar bir kişinin liberal, globalist değerleri savunması garip karşılanmaz; tersi tanımsızdır; bir sosyalistin din ve Tanrı’dan övgüyle bahsetmesinin ise “davaya ihanet” olmadığını anlatmak için epeyi ter dökmesi gerekir. Ancak Türkiye bunları aşma potansiyeline sahiptir; tabii eğer uygarlık-kültür havzası olarak doğru tercihleri yaparsa.

Daha doğuya gidersek, Asya’nın Hindu ve Budist geleneklerinin topluma, aileye ve geleneğe değer veren kültür kodları hala canlılığını korumaktadır. Dolayısı ile insanlığın artık yüzünü dönmesi gereken toplumsallık seçeneği Doğu’dan çıkacaktır.

Kimilerine göre “Uygarlıklar Çatışması”, kimilerine göre kadim Doğu-Batı çelişkisi denen şey, büyük ihtimalle bir nükleer felaket ve soykırım sahnesi içinde Batı uygarlığının batışı şeklinde tezahür etmeyecektir. Batı kendi bireyci geleneğinin getirdiği sıkıntılar içinde boğuşarak durgunluğa girerken (ki bunun işaretlerini bugün görüyoruz), Doğu toplumsal alternatiflerini kendi kültürel kodlarından süzerek, ekonomi-politik rasyonalite düzeyine çıkaracak ve hızlı bir siyasi-toplumsal-iktisadi gelişim sürecine girecektir (bunun da kimi işaretlerini bugün görüyoruz - 10 yıllık bir çökertme operasyonundan sonra hala ayakta duran Doğu Asya ekonomileri gibi) Bu gidiş, tıpkı 300 yıl önce olduğu gibi bir süre sonunda Doğu’nun üstünlüğü ele geçirmesi ile sonuçlanacaktır.

Tarihin bu dönüm noktasına yaklaşırken, eğer korktuğumuz gibi Batı’dan delice girişimler çıkmazsa, yine de ümitvar olmalıyız. 300 yıl önce yükselmeye başlayan bireyci Batı uygarlığı, Doğu’yu artık durgunluğa sokmuş kadim toplumsallığı, Doğu’da da törpüleyerek bireye bir özgürlük alanı açtı, ve bu doğrusu fena da olmadı; sonuçta biz de bundan bir hayli istifade ettik. Belki şimdi Doğu’nun karşılık verme zamanıdır; hayırda yarışarak ve barış içinde.

Türkiye ise, ya yükselen Doğu’ya karşı Batı’nın hiç sevmediği ve kolay elden çıkartılır ileri üssü olmaya karar vererek kaybedecek; ya da kendi kültürel köklerini ve nereye ait olduğunu hatırlayıp, uygarlık sancağı altındaki yerini alacak ve kazanacaktır.

Dr. Altay Ünaltay

Hiç yorum yok: