01 Mart, 2006

AVRASYA SEÇENEĞİ


BİREYCİLİK, TOPLUMCULUK ve UYGARLIK

Tarihin bu dönüm noktasına yaklaşırken, eğer korktuğumuz gibi Batı’dan delice girişimler çıkmazsa, yine de ümitvar olmalıyız. 300 yıl önce yükselmeye başlayan bireyci Batı uygarlığı, Doğu’yu artık durgunluğa sokmuş kadim toplumsallığı, Doğu’da da törpüleyerek bireye bir özgürlük alanı açtı, ve bu doğrusu fena da olmadı; sonuçta biz de bundan bir hayli istifade ettik. Belki şimdi Doğu’nun karşılık verme zamanıdır; hayırda yarışarak ve barış içinde.

Bu gerçek bir olaydır: Hollandalı bir adam Müslüman olmaya karar vermiş. Gitmiş, ülkesindeki Müslüman din adamlarıyla görüşmüş, kelime-i şehadet getirmiş ve bu yeni dinin umdelerini öğrenmek istemiş: “Namaz kılacaksın; İslam’da Allah’a ibadet namazladır” denmiş, “hayhay” demiş; “Ramazan’da oruç tutacaksın” denmiş, “hayhay” demiş; “zekat vereceksin” denmiş, “o da nedir?” demiş. “Fakirlerin senin malındaki hakkıdır, onların bu hakkını vereceksin,” denmiş, “benim malımda kimsenin hakkı yoktur, ben her şeyimi alın terimle kazandım, kimsenin malını gasp etmedim, böyle şey mi olur?” demiş; Hollandalımız Müslüman kalmakta kararlı olmuş mu, bilmiyoruz.

BİREYCİLİK VE BATI

Kıta Avrupası’nda olan, ama zihniyet havzası olarak Anglosakson dünyaya dâhil Hollanda, Batı kültürünün nihai örneklerinden birini teşkil eder. ABD ve İngiltere ile birlikte Hollanda Protestanlığın, liberal demokrasinin, serbest pazar ekonomisinin ve bireyciliğin kaleleridirler ve öyle görülüyor ki, Batı’nın geri kalanı da, eğer Batı uygarlığının seyri içinde devam edeceklerse, onların bulunduğu yere geleceklerdir. Bireycilik ve bireye verilen önem belki Batı uygarlığının insanlığa kazandırdığı en önemli nosyonlardandır. Doğuda insan tekleri uzun çağlar boyu devlet, din, tarih, gelenek, toplum gibi “aşkın bütünler” tarafından kuşatılıyor ve sindirilerek zapturapt altına alınıyor iken, Batı’nın bireyci başkaldırısı, en azından son 300 yıl boyunca muazzam bir ilerlemeye temel teşkil etti; herşey temel değer olan insan tekine göre ve onun hizmetine amade olarak yeniden düzenlendi; devletler birey haklarını garantiye alan hukuk düzenlerinin koruyucusu oldular; din bireysel başarıyı ve azmi vurguladı; pazar ekonomisi bireysel yeteneklerin önünü sonuna dek açtı ve bunun sonucu oluşan muazzam iktisadi-sosyal-siyasal patlama Batı uygarlığına bugünkü lider konumunu kazandırdı.

KAHROLSUN BATI MI?

Ama bir de madalyonun öbür yüzü var tabii ki. Bireyciliğin kalesi ABD’nin kapitalist düzeninin, hem de en müsait şartları yakaladığı, dünya üzerinde ABD’den başka bir süpergüç kalmadığı çağda, içinde çırpındığı ve çıkamadığı bataklık galiba bir şeylerin habercisi. Batı’nın sonunu ilan eden kalabalık kahinler grubuna katılmakta her zaman çekingen olmuş ve onlara her zaman şüphe ile bakmışımdır. Zaten sorun, şu ya da bu uygarlık havzasının sonunu ilan etmek ya da “zengin akrabanın mirasyedileri gibi” can çekişmesini yatağının başında sabırsızlıkla beklemek değildir. Sorun, Batı lokomotifinin tenderinde ne kadar yakıt, kazanında ne kadar buhar kaldığını kestirmek ve insanlığı bundan sonra ileri götürmek için bu lokomotifin hala iyi bir seçenek olup olmadığını değerlendirmektir. Bu değerlendirmeyi yeterince doğru yapan toplumlar, değişim döneminin çalkantılı denizinde uygun bir seyir rotası ile sakin sulara yol alırken, değerlendirmeyi yapamayıp tsunami dalgasına yakalananlar 300 yıl önce olduğu gibi yine alabora olacaklardır; sorun budur.

Amerika’nın parçalanan aileleri, yaygın suç ve cinsel şiddeti, milyonlarca evsiz ve fakirin durumu, daha önce de bu sayfalarda yazdığım gibi, Amerikan düzeninin yürütülmesi açısından pek bir sorun teşkil etmedi, çünkü sistem bu kategorilerde bir iyileştirme vaad etmiyordu ki zaten. Sorun başarılı bireylerin önünü açmak ve sisteme onların yaratıcı becerilerinden yeterince enerji devşirmekti; yoksa “yeteneksizleri onların sırtına yük etmek” değildi; örneğin zekat vererek olduğu gibi. Düzen bu açıdan “adildir”; çünkü Protestan bakış açısından “İlahi düzeni” taklit etmektedir; “beş parmağın beşi de eşit değildir”, Tanrı insanları farklı yetenekte yaratmış, kiminin çok, kiminin az kazanması mukadder olmuştur. Yine aynı nedenlerle ABD ölüm cezasını, aynı işlevi görecek bir başkasını bulana dek kaldırmayacaktır; çünkü mükemmel bir “sosyal Darwinist” cezadır; başarısız olan yok olur! Dikkat edilirse “suçlu olan” değil, “başarısız olan yok olur” diyoruz. Çünkü düzeni ağır ihlal kadar, bununla suçlandığında iyi avukatlar bulamamak, kendini savunamamak, cahil olmak, yeteneksiz olmak da başarısızlıktır; “giderilmeyi” gerektirir! Sistem yoluna devam eder.

GLOBALİZM VE SÖMÜRGECİLİK

Batı uygarlığının bu “hayrı” ya da “şerri” sadece kendi toprakları içinde kalsa idi bizim için bu derece yakından ilgilenmek ve kafa yormak gerekmeyecekti belki; ama o bunu yaymak istiyor ve buna “globalizasyon” diyor. Ancak, tabii ki, Batı uygarlığının kendini yaymak istemesi yeni bir şey değildir. 19. yüzyılda da Batı, uygarlığını dünyanın en ücra köşelerine dek yaymış ve buna “Kolonyal Çağ” denmişti. Ama, daha önce yazdığımız gibi o dönem bu işin, tabir caizse, bir “namuslu” tarafı vardı. Bu konuda daha önce şunları yazmıştım:

“Meşhur iktisat tarihçisi Karl Polanyi Büyük Dönüşüm adlı kitabında 19. yüzyıl uluslararası banker-finans çevresine verdiği isimle “yüksek maliyeyi” (haut finance) över. Yüksek maliye yıkılan Kral-Aristokrasi-Kilise iktidarının yerine geçen yeni düzende evrensel aracı olan kilisenin yerini üstlenerek devletler arası çelişki ve çatışmaları çözmüş, yatırımların sorunsuz yürütülmesini sağlamış, sömürge ülkelerinde sanayi ve ticaretin ihtiyaç duyduğu demiryolu, liman ve diğer altyapı inşaatlarını finanse ederek Dünya’nın geniş bölgelerini ve uzak milletleri uluslararası pazara açmış; bir anlamda Avrupalı insanın Dünya’ya uygarlık getirmekle kendini yükümlü gördüğü “mission civilisatrice”i gerçekleştirmesinde gerçek bir öncü görevini başarı ile yerine getirmişti. 19. yüzyıl yüksek maliyesi fetihçiydi; insanları ve toprakları kapitalizmin evrensel pazar düzenine katıyor, bu yeni düzen içinde onlara iş ve aş sağlıyor istihdam ediyordu. Örneğin bu dönemde Afrika’nın Dünya ticareti içindeki payının %8’e çıktığını görürüz; oysa bu rakam bugün %3’tür. Sonuçta Batının bu büyük macerasında yüksek maliye de sömürge askerleri ya da misyoner-hümanist Dr. Albert Schweitzer kadar gerekli ve faydalıydı. Ve macera sonuçta herkese istediğini veriyordu: Askerler için şan-şöhret, yüksek maliye için karlar ve biriken servet, Dr. Albert Schweitzer için iç huzuru ve sevap.

Bugünün “yüksek maliyesine” gelirsek karşımıza uluslararası borsa simsarları, sıcak para efendileri, fahiş faizlerle çevre ülkeleri soyan tefeciler ve Allah bilir daha kimler ve hepsinin büyük efendileri IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar çıkar. Bu tefecilerden alınan borcun faizlerini normal bir üretimin sağladığı kar ve büyüme ile geri ödemenin imkânı yoktur, dolayısıyla bu amaçla onlardan borç almanın da bir anlamı yoktur.

1980’lerin ortalarından beri “dışa açılmak” ekonomide sihirli bir kavram olmuştur ancak pratiğe bakıldığında bundan anlaşılan mal ve hizmet hareketlerinin ülkeler arasında serbest bırakılması değildir. Bunu Avrupa ve Amerika’ya mal ihraç etmeye çalışırken karşılaştıkları kotalar, gümrükler, engeller ve giderek anlamından kopan ve yerine getirilmesi zorlaşan kalite şartları ile boğuşan ihracatçılar iyi bilirler. Yine teoride serbest piyasanın öbür rüknü olan serbest işgücü dolaşımından ise hiç bahsetmiyorum. Serbest işgücü dolaşımı hakkından istifade edip Avrupa veya Almanya’ya giderek orada çalışabileceğini düşünen birilerinin kaldığını zannetmiyorum.

O halde dışa açılmadan son 20 senedir ne anlaşıldı? 1980’lerden başlayarak şimdi kimi batmış kimi de ciddi ekonomik sıkıntıdaki birçok ülkede açılan borsalar bunun cevabıdır. Borsalarla birlikte içeriye para giriş-çıkışı üzerindeki kontroller de kaldırıldı. Bu borsaları kumarhane olarak kullanan uluslararası sıcak para geldi ve bu ülke ekonomilerinden borsa oyunları ile muazzam miktarlarda serveti alıp götürdü. Her kumara ilk başlayanın başına geldiği gibi başlangıçta işler iyi gitti. Bu ülkeler tatlı paralar gördüler, ekonomileri birden canlandı; sonra da ellerindekini avuçlarındakini bu kumarda kaybettiler.

Evet bugünün uluslararası finans oligarşisi 19. yüzyılın yüksek maliyesinin öncü rolüne hiç yakışmayan bir görüntü çiziyor. Artık karşımızda bir kahraman değil, bir kumarbaz var ve o yeni alanlar fethedip yeni ülkeleri, yeni insanları pazara katmıyor; bugünün kapitalizmi tabiri caizse “insan çöplüğü” üretmekte: Üçüncü dünya ülkelerinde gitgide artan dış borçla birlikte topraksız köylüler, fakirler ve yayılan açlık, Batı ülkelerinde bir türlü atlatılamayan durgunlukla birlikte artan işsizler ve evsizler ordusu.”

Bütün bunları ben ne için yazdım ve siz ne için okudunuz? Cevap basit: ARTIK BATI BİREYCİLİĞİ DÜNYAYI DAHA GÜZEL GÜNLERE GÖTÜRMÜYOR.

Bu sayıda yayınlanan Henry Kissinger’ın hayatı ile ilgili çok ilginç yazıdan bir alıntı yapmak istiyorum. Olay Henry Kissinger’ın Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi’nde çalıştığı 1974 yılından başlayarak gelişir:

“10 Aralık 1974’te Kissinger ve Ulusal Güvenlik Konseyi kadrosu bir taslak hazırladılar: “Ulasal Güvenlik Etüdleri Muhtırası 200: Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Denizaşırı Çıkarları Açısından Etkileri” (National Security Study Memorandum 200: Implications of Worldwide Population Growth for US. Security Overseas Interests) (NSSM 200). BURADA SOYKIRIMIN ABD HÜKÜMETİNİN RESMİ MİLLİ GÜVENLİK POLİTİKASI OLMASI ÖNERİLİYORDU.

Sonraları, çok gizli mührü kaldırılan NSSM 200, Dünya nüfusunun ençok 8 milyarda tutulmasını ve 2075’te beklenen 22 milyardan kaçınılmasını öneriyordu. Bu kadar nüfus artışının “savaşlar ve devrimlere” yolaçacağını söyleyen NSSM 200 “gıda kontrolünün” hızlı nüfus artışını durdurmak için kullanımını öneriyor ve modern ve yoğun tarım tekniklerinin başka bölgelerde yoğun nüfusu beslemesine rağmen “çok fazla sermaye yatırımı” gerektirdiğini iddia ediyordu. NSSM 200’ün diğer bir iddiası, azgelişmiş ülkelerdeki nüfus artışının, sanayileşmiş dünyanın ihtiyaç duyduğu enerji ve hammadde kaynaklarını tüketeceği idi. NSSM 200, 13 ülkeyi özel hedef seçti; bunların Çin dışındaki nüfus artışının %47’sinden sorumlu olduğu varsayıldı: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Meksika, Endonezya, Brezilya, Filipinler, Tayland, Mısır, TÜRKİYE, Etiyopya ve Kolombiya.”

Bugün bu projenin yürürlükten kaldırıldığına dair bir kanıt yoktur; bunu 2000’lerin süper Amerikan Başkanı Bush’un “artık nükleer silahları olmayan ülkelere karşı da atom bombası kullanabiliriz” ifadesi ile birleştirirseniz, nükleer teknoloji kullanılarak geliştirilmiş bir “insan çöplüğünün kontrol altına alınması” prosesinde uygulanması için çok sebep vardır.

Batı uygarlığının, havaya uçan bir cephaneliğin havai fişek gösterisine benzer bir manzara yaratmadan dünya sahnesinden çekileceği, ya da en azından böyle bir “gösteriden” sağ kurtulacağımız ümidini taşırsak, sorabiliriz: “Sonra ne olacak?”

AVRASYA VE TOPLUMCULUĞUN YÜKSELİŞİ

Hakim Batı kültürü, en başarılı ve güçlülerin egoizmi ve diğerlerinin üzerinde hükmetme hakkına dayanan 300 yıllık bireycilik yerine, artık giderek gereği kendini dayatan bir diğerkamlığı ve toplumculuğu içinden türetebilir ve uygarlık sahnesine çıkarabilir mi? Güneşin altında ne olup ne olmayacağı iyi-kötü bellidir, ve Batı’nın uygarlık ocağında küllenmiş ama sönmemiş diğergamlık ve toplumculuk korlarının hala içten içe yandığına, ya da böyle olsa bile, bu zayıf korların güçlü bir uygarlık ateşi çıkarabileceğine dair elde yeterli kanıt yoktur; bir zamanlar Doğu’dan da bir bireycilik ateşi yakmasını kimse beklememişti, nitekim yanmadı da. O halde “Batı”nın üzerinde uygarlık güneşi alçalıyor; ve belki de “Doğu”da tan yeri belli belirsiz ağardı.

Daha önceleri de yazdığımız gibi, “Doğu” kelimesiyle bu yazılarda kastedilen İslam (İran hariç) ve diğer Asya kültür havzalarının yanısıra Ortodoks Hıristiyan kültür havzasıdır. Bir kez daha bir Doğu imparatorluğu olan Osmanlı’nın Bizans terekesi Ortodoks Balkanlarda neredeyse yıldırım hızıyla yayıldıktan sonra (Osmanlı’nın Boğazları geçip Trakya’ya ayak basışı ile şimdiki Hırvat-Boşnak sınırına varışı arasında yaklaşık 50 yıl vardır) yüzyıllarca bu sınırı pek ilerletememiş olması manidardır. Çünkü Ortodoks toplum ve siyaset tarzı ile Osmanlınınki anahtar ve kilit misali birbirine uyuyordu.

20. y.y. başlarında Rus Çarlığı’nı başkalarının değil, ama Doğu’nun büyük hanlarının takipçisi ilan eden Rus Avrasyacıları ve onların takipçisi bugünküler de Rus kimliğini Batılıdan çok Doğulu görürler. Bu anlamda Ortodoks toplumsallığı “Sobornost” ve Avrasyacıların tarif ettiği toplum ile uyumlu “senfonik kişilik” ile İslam’ın “cemaat” ve “insan-ı kâmil” kavramları arasında büyük benzerlikler vardır. Avrasyacıların da tespit ettiği gibi Batı “organik” olan toplumu parçalar ve onu “inorganik” parçacıklara, yani bireylere indirger. Bu barbarlıktır. “Senfonik kişilik” sahibi birey ise bunun aksine toplumunun tüm özelliklerini bünyesinde barındırır ve ilişkileri bireysel rekabetten çok işbirliğine yöneliktir; bu uygarlıktır. Öte yandan toplumsallık uzun bir evrimle kazanılmış, “organik bir süreçtir”; dolayısı ile bunun korunması içinde yeşerdiği çeşitli toplumsal kültürlerin korunması ve globalizmin saldırgan dönüştürücü-tektipleştirici süreçlerine karşı çıkmakla olur. Ve herhalde Türkiye’de bu hassasiyete çok kişi katılır.

LİBERALİZM, İSLAM, SOL (A LA TURCA)

Bize gelince. Toplumsallığımızın temel direği olan İslam için Amerikanvari “dog-eat-dog” (köpek köpeği yer) rekabeti çok yabancıdır ve toplumsal bünyemiz bunu asla ve tam olarak kabul edemedi. Sonuçta ortaya ’80 sonrası Amerikanvariliğin “kafanı kullan köşeyi dön” karikatürü çıktı. Mevlana’nın “Ol mahiler derya içredir; deryayı bilmezler” sözünün işaret ettiği gibi içinde yaşadığımızdan bu halin ne derece traji-komik olduğunu göremiyoruz; belki bir içecek şirketinin Amerikalıları Türk adetlerini benimsemiş gösteren TV reklamları halimizi kavramak için tersinden örnek olur.

Bu anlamda Türk toplumsallığının çöküşü, 250 yıl sürmüş Batılılaşma maceramıza rağmen yeni sayılabilir. Bizde sokaklarda yaşayanların, evsiz-kimsesizlerin ortaya çıkışı 20 yıllıktır. Bundan önce bu kişiler sahipsiz kalmaz; yaşadığı mahallede bakılırlardı; ilk bakışta garip bir örnek gelebilir ama; yine bizde “su” satmak da hoş olmayan birşeydi; “Allah’ın suyu satılır mı kardeş?” hayretli nidasını hala hatırlayanımız çoktur; su daha yeni “Allah’ın” olmaktan çıktı; piyasa metaı haline geldi. Örnekler uzatılabilir. Ancak bir şeye dikkat edilmelidir.

Türkiye’de kültürel kodumuzda yatan bu toplumsallığın siyasal ve iktisadi rasyonalite düzeyinde kendini devam ettirmesi, ne tuhaftır ki, bir “gizli el” tarafından durdurulmuştur. 1960’larda ve ’70 başlarında Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi kişilerin araştırdığı İslam’da sosyalist toplumsallığın temellerini arama ve bununla bağlantılı İslam-sosyalizm tartışmaları bir anda yerini bir tarafta bir din-Tanrı düşmanlığına, öte yanda ise çivisi çıkmış bir sağ-müslüman-liberalliğine bıraktı. Eh! Serbest pazar “dindarlık” rükünlerinden olunca dinin de bezirganların elinde alınıp satılmasına birşey denemez. Bugün dindar bir kişinin liberal, globalist değerleri savunması garip karşılanmaz; tersi tanımsızdır; bir sosyalistin din ve Tanrı’dan övgüyle bahsetmesinin ise “davaya ihanet” olmadığını anlatmak için epeyi ter dökmesi gerekir. Ancak Türkiye bunları aşma potansiyeline sahiptir; tabii eğer uygarlık-kültür havzası olarak doğru tercihleri yaparsa.

Daha doğuya gidersek, Asya’nın Hindu ve Budist geleneklerinin topluma, aileye ve geleneğe değer veren kültür kodları hala canlılığını korumaktadır. Dolayısı ile insanlığın artık yüzünü dönmesi gereken toplumsallık seçeneği Doğu’dan çıkacaktır.

Kimilerine göre “Uygarlıklar Çatışması”, kimilerine göre kadim Doğu-Batı çelişkisi denen şey, büyük ihtimalle bir nükleer felaket ve soykırım sahnesi içinde Batı uygarlığının batışı şeklinde tezahür etmeyecektir. Batı kendi bireyci geleneğinin getirdiği sıkıntılar içinde boğuşarak durgunluğa girerken (ki bunun işaretlerini bugün görüyoruz), Doğu toplumsal alternatiflerini kendi kültürel kodlarından süzerek, ekonomi-politik rasyonalite düzeyine çıkaracak ve hızlı bir siyasi-toplumsal-iktisadi gelişim sürecine girecektir (bunun da kimi işaretlerini bugün görüyoruz - 10 yıllık bir çökertme operasyonundan sonra hala ayakta duran Doğu Asya ekonomileri gibi) Bu gidiş, tıpkı 300 yıl önce olduğu gibi bir süre sonunda Doğu’nun üstünlüğü ele geçirmesi ile sonuçlanacaktır.

Tarihin bu dönüm noktasına yaklaşırken, eğer korktuğumuz gibi Batı’dan delice girişimler çıkmazsa, yine de ümitvar olmalıyız. 300 yıl önce yükselmeye başlayan bireyci Batı uygarlığı, Doğu’yu artık durgunluğa sokmuş kadim toplumsallığı, Doğu’da da törpüleyerek bireye bir özgürlük alanı açtı, ve bu doğrusu fena da olmadı; sonuçta biz de bundan bir hayli istifade ettik. Belki şimdi Doğu’nun karşılık verme zamanıdır; hayırda yarışarak ve barış içinde.

Türkiye ise, ya yükselen Doğu’ya karşı Batı’nın hiç sevmediği ve kolay elden çıkartılır ileri üssü olmaya karar vererek kaybedecek; ya da kendi kültürel köklerini ve nereye ait olduğunu hatırlayıp, uygarlık sancağı altındaki yerini alacak ve kazanacaktır.

Dr. Altay Ünaltay

Tarih Felsefesi: HABİL - KABİL

Bu öğretide tarih felsefesi bir bilimsel zorunluluk esasına dayanmakta olup sürekli bir akımdır. Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki devinimidir. İnsan türüyse “küçük dünya”dır; varlığın en yetkin görünümü, yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmıştır; onun çizgisinde evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.

Başka bir deyişle insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah iradesinin tecellisidir. İnsan bu “insanbilim”inde Allah’ın dünyadaki temsilcisi, yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, “insan olma” serüveninden ve mahiyetinin oluşma sürecinden ibaret olan insan tarihi, rastlantısal olamaz, olaylarca yaratılmış olamaz, maceracıların oyuncağı olamaz; bu tarihin kof, boş, anlamsız, sonuçsuz ve bilinmez olması olanaksızdır.

Kuşkusuz, tarih, dünyanın öteki gerçeklikleri gibi bir gerçekliktir; bir yerden başlayıp kaçınılmaz olarak bir yere varacaktır. Hedefi olmalıdır tarihin, bir yöne doğru yürümelidir.

Nereden başlamıştır? “Çelişki”nin başlangıcından (!); tıpkı insan gibi.

İnsanın kökenini insanbiliminde şu şekilde tanıdık: İnsan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan mürekkeptir. Adem’in öyküsüne bakın bir! “Adem”in öyküsünde insan türünden, gerçek ve felsefi anlamıyla insandan söz edilir. İnsan işte Ademdeki bu “ruh-balçık”, “Allah-Şeytan” savaşımından başlar. Fakat tarihi nereden tanıyoruz? Nereden başlar tarih? Kâbil ile Hâbil’in savaşından.

Adem’in oğullarının her ikisi de beşeridir; doğal birer beşer. Ama birbiriyle savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Adem’in savaşı özde (türde) gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisininkiyse hayatta gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Hâbil ve Kâbil öyküsü, tarih felsefesini, Adem’in öyküsüyse insan felsefesini göstermektedir. Hâbil ile Kâbil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin diyalektik esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi vardır. Bu çelişki de Kâbil’in (Bence çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir.) Hâbil’i (Bence avcılık çağının ve mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.) öldürmesiyle başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar. Tarih, baştanbaşa, katil Kâbil kanadıyla, maktül Hâbil kanadı arasında, hâkim kanatla mahkûm kanat arasında olagelen savaşa sahnedir. “Avcı Hâbil”, “mâlik Kâbil” eliyle öldürülür. Yani üretim kaynaklarının genel paylaşım dönemi (hayvancılık ve avcılık çağı) ve kardeşlik ve gerçek iman ruhu, çiftçilik döneminin ve özel mülkiyet düzeninin, dinî aldatmacanın ve başkasının hakkına tecavüz etmenin gerçekleşmesiyle ortadan kalkar, mahkûm olur. O zaman Kâbil, tarihte diri kalır. Hâlâ da ölmemiştir.

Bu konuyu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, ihtilaflarını -Kâbil, kardeşinin güzel nişanlısına tutulmuştu. Bu yüzden ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı gidermeleri için Allah’a kurban sunmalarını önermişti. Kâbil, kurbanlık olarak bir deste solgun sarı buğday getirmiştir. Hâbil’se kırmızı tüylü genç ve kıymetli bir deve getirir. Bu yüzden Hâbil’i avcılık döneminin temsilcisi, Kâbil’i de çiftçilik döneminin temsilcisi olarak görüyorum. Tarih, hayvancılık, yani avcılık döneminde (ki deve, bu öyküde bu üretim düzeninin göstergesidir) doğa, üretimin kaynağı olmuştur (Orman, deniz, ova ve ırmak). Tüm kabilede üretim aracı olarak el ve tırnak kullanılıyordu daha çok. Kimi zaman da herkesin sahip olabileceği ve kendisinin yapabileceği araçlar vardı.

Üretim kaynaklarında (su ve toprak vs.) ya da üretim araçlarında (öküz, saban vs.), özel ve bireysel mülkiyet bulunmuyordu. Her şey, eşit olarak, herkesin kullanımındaydı. Kardeşlik ruhu (eşitlikten doğan), toplu ruhun kutsanması, toplumsal gelenek, ataya hürmet, ahlaki ödevler karşısında başeğme, toplu yaşayışın sınırlarına mutlak ve kesin boyun eğme, yaratılıştan gelen safâ ve gönül temizliği, dinî vicdan, barış ruhu, sevgi, fedakârlık vb., bu düzende insanın ahlaki özelliklerindendir. Hâbil ise böyle bir insanın temsilcisidir.

İnsanın çiftlikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, insan toplumu ve insan tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet ve parçalanma çağını oluşturan bir devrimdir.

Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı; üretim araçlarını gelişip üretim ilişkilerini karmaşıklaştırdı! Tarım alanı -orman ve denizin tersine- özgürce, herkesin yetkisinde olmadığından, ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma gereksinimi bilirdi: Bireysel mülkiyet!

Bundan önce, insan toplumunda “birey” yoktu. Kabilenin kendisi bir bireydi. Tek parça toplum -ki herkes bir aile içindeki kardeşlerdir- bölündü. Doğadaki bir toprak parçasının -ki herkesin malıydı; herkesin mülkiyeti altındaydı- bir kişinin hakkı olduğu ve ötekilerin hak sahibi olmadıkları ilk gün, henüz kanun, din, veraset vb. gibi hiçbir kural ve sistem bulunmuyordu. Sadece “güç” vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü -ki ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusu ve daha çok toplumsal haysiyet kazanma etkeni ya da daha çok av avlanma etkeniydi; bunların hepsi de kabilenin yararınaydı, şimdi sadece “hak”kın belirlenme kaynağı tekelci yararlanmaların koruyucusu, bireysel mülkiyetin kazanılmasının ilk etkeni olmuştu. Bu yüzden Marx’ın “Mülkiyet, güç kazanma etkenidir.” Şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti bireye özgü kılan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti yarattı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal, doğal ve meşru kıldı.

Özel mülkiyet, tek parça toplumu ortadan ikiye böldü. Temel, sahiplenme ve bireysel mülkiyet üzerine kurulduğunda, zahitlik edecek, gerçek ve gereksinim duyduğu kadarıyla yetinecek hiç kimse yoktur. O zaman, bu gereksinimin miktarını kendisi belirlemelidir!

Burada, artık bir şey yapamayacağı zaman yetinir; artık istemiyorum diye bir şey yoktur. Önceki Hâbil düzeninde -ya da toplu mülkiyette- herkes, gereksinimi olduğu ölçüde avlanırdı. Çalışmak, gereksinimin giderilmesi için bir araçtı sadece. Üretimde kim daha çok hak etmişse daha çok kazanıyordu. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından uzaklaşıp sanatın (toprak ve tarım) hakir ve fakir sofrasının başına üşüşerek hırsla, açgözlülükle, aşırı istekle birbirinin canlarına da düştüler. Bu “yeni toplumsal yaşayış ilişkisi”nde akbabalar, leş yiyen kuşlar (Kâbil’in öyküsünde kargalar) bütün zayıf kuşların kollarını kanatlarını kırarak her birini bir yana sürdüler. Hep birlikte, tek bir sesle, çöllerin bağrında, ırmak kıyılarında, deniz sahillerinde hareket halinde olan göçmen kuşlar grubu gibi bir toplum, şimdi bu özel mülkiyet, tekelcilik leşinin başında vahşice ve kinle dolu bir durumda “kâh beriki ötekine pençe atmakta, kâh öteki berikini gagalamaktadır!”

Sonunda bu insanlık ailesi, özgürlük, barış, hoşgörü ve mutlulukla dolu bu aile, düşman ve çelişik iki kutba dönüşür: Gereksinim ve iş gücünden fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğunluk. Yeni toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir: Kölelik! İçinde, “kendisi”nden başka hiçbir şeyi bulunmayan, ne toprağı, ne suyu, ne yüzsuyu, ne şerefi, ne soyu, ne sopu, ne ahlâkı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne hüneri, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini ne de dünyası bulunan bir sınıfın yer aldığı toplumsal bir düzen.

Bunlar, hep torağın ürünüdürler. Bahçeden ve tarladan elde edilen çiçek ve meyveler, bu maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarının sahibi olan sınıfın, aşağı işler yapmadığından, kendini eğitip bilgi sahibi kılmak ve maneviyata, edebiyata, bilim ve sanata yönelmek için fırsatı, olanakları ve sermayesi bulunan sınıfın tekelinde olacaktır kaçınılmaz olarak. Her ikisi de, tek ruh taşıyan elbirliği içindeki önceki toplumla birlikte yaşıyor ve tek bir ruhla, tek bir yakınlıkla, tek bir haysiyet ve şerefle: Kabile halinde (!) hayat sürüyordu. Her ikisi de boş ellerle yanyana ormana ve denize gidiyordu. Doğanın servetini, çevrelerindeki hava gibi -ki onda ikisi birlikte soluk alıyordu- ve ülkelerinin gözleri önüne serilen alanları gibi -ki ikisi birlikte oturup seyrediyordu- kabileleriyle birlikte kullanan iki “eşit”ti ve doğal olarak iki “kardeş”ti her ikisi de. Her ikisi de bir Adem’in çocuklarıydı. Adem ise tek bir topraktandı. Ama şimdi, bu iki kardeş, mülkiyet leşinin başında, birbirinden uzaklaşmış olarak karşı karşıya geçmişti. Aralarında yargıda bulunan tek şey cana kasteden düşmanlıktı! Akrabalık bağı, kölelik bağı olmuştur artık. Eşitlik, ayrılığa kurban edilmiştir; kardeşlik, kardeş katilliğine dönüşmüştür. Din, aldatma ve çıkar sağlama aracı olmuştur; gerisi hiç! İnsanlık ruhu, barış ve sevgi ise kinci ruha, rekabete, mala kulluğa, açgözlülüğe, tekelcilik arayışlarına, aldatmacaya, baskıya, zulme, bencilliğe, taş kalpliliğe, kâtilliğe, hakları ayaklar altına almaya, sultacılığa, üstünlük taslamalara, faziletçiliğe, halkı aşağılamaya, güçsüzü horlamaya, kişisel çıkar yolunda her şeyi ve herkesi ezmeye, kardeşin canına kıymaya, babaya işkence etmeye ve hattâ Allah’ı kandırmaya dönüşmüştür.

Bu şekilde Hâbil (inançlı, barışsever ve fedakar insan) tipiyle Kabil (şehvet kulu, mütecaviz kardeş katili, inançsız ve maddeci insan) tipi arasındaki çelişki, ruh çözümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme yoluyla derinlemesine anlaşılabilir. Bu yolla onların çevresi ve işleri de tam açıklığa kavuşur. Böylelikle, her ikisi de aynı soydan, aynı anne-babadan oldukları, aynı eğitimi aldıkları ve aynı aile, çevre ve din içerisinde yetiştikleri halde -ve o çevrede, henüz insan toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel havalar, toplumsal gruplar olmadığı varsayıldığında, kardeşlerden her birinin farklı din ve öğretimlerin etkisi altında kaldıkları söylenemez- nasıl olup da birbirlerine bu denli zıt duruma geldikleri ve her birinin başka bir tipin sembolü oldukları öğrenilebilir.

Araştırmada uygulanması gereken bilimsel ve mantıksal yöntem şudur: Her yönden birbirine benzeyen, ama bir yönden birbirinden ayrılan ve çelişen iki olgudan her birinde etkin olan bütün etkenler, neden ve koşullar dizin halinde ortaya konulmalıdır. Bu yapıldıktan sonra her ikisinde ortak ve benzer olan yanları ayıklayarak böylece çelişen ve karşıt etken ya da etkenlere ulaşılmalıdır. Bu iki kardeşin öyküsünde de onların ayrılık yönünü oluşturan tek etken, her birini özel toplumsal ve iktisadi bir konum içine sokan farklı çalışma etkeni ve her ikisinin sahip olduğu çelişik üretim altyapısı ve iktisadi düzendir.

Bu kuramı açıkça pekiştiren şey, Hâbil tipiyle ilkel ortaklık çağı, bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olmasıdır. Kâbil tipiyse, sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal ahlâkıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.

İkincisi, tefsircilerin ve bilginlerin, Hâbil ve Kâbil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında -Fransızların deyişiyle- konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir. Benim görüşüm, doğru olmasa bile, onların olayı anladıkları ölçüde basit ve az yararlı değildir en azından. İbrahimî dinler, özellikle İslam, bu öyküyü, insan türünün dünyadaki yaşayışının başlangıcının eşiğinde ortaya çıkan ilk büyük olay olarak söz konusu etmektedir. O zaman bu dinlerin bütün hedeflerinin, bu sonucu [tefsircilerin vardığı sonucu] almak istedikleri olduğu inanılır bir şey değildir. Bu öykü, her ne olursa olsun şu tür bir çıkarımda bulunulan sıradan bir ahlakî öyküden daha çok derindir: “Öyleyse, nefsi öldürmenin çirkin bir davranış olduğu ve bizim bu uygunsuz davranışa yaklaşmamamız ve ondan uzaklaşmamız gerektiği açıkça anlaşılmaktadır; hele de o taraf bizim kardeşimizse...!”

Bence, Hâbil’in Kâbil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp, hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmaktadır. Bu büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin (Hâbil) yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya çıkışının, ilkel sınıflı toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk, inançsızlık düzeninin, düşmanlılığın, yarışın, açgözlülüğün, yağmanın, köleliğin ve kardeş katilinin başlayışıdır (Kâbil). Hâbil’in ölüp Kâbil’in hayatta kalmasıyla tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alın yazısının Kâbil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan gerçekçi bir çözümlemedir. Hâbil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kâbil’den geriye kalmaları(1)da Kâbil’in düzeninde Kâbilci toplum, yönetim, din, ahlâk, görüş, yöneliş ve davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan yaşamsal düzensizliğin, düşünce ve ahlâk karışıklığının buradan geldiğini göstermektedir.(2)

Bu durum “Ademoğlu”nun yeryüzünde yaşamaya başladığı (Bu ikisinin kız kardeşleriyle evlenmeleri) ilk günün, çelişkinin, düşmanlığın ve en sonunda da “kardeş katli”nin başlangıcıyla bir arada bulunduğunu gösterir. Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği kanıtlar: Birincisi, yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi, idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının gücüne, kardeşlik bağına, hak ve ahlâka üstün gelen iktisat ve cinselliktir.

İlk ihtilaf, Hâbil ile nişanlı olan kız kardeşi, Kâbil’in kendi payına tercih etmesi, Adem’in görüşüyle belirlenen nişanlıyı değiştirmekte diretmesi ve her ikisinin Adem’in huzurunda şikayette bulunmalarıdır. Bunun üzerine Adem, kurban sunmalarını ve kimin kurbanı kabul edilirse ötekinin ona karşı boyun eğmesini önerdi. Kâbil burada da sahtekârlık yapıp solmuş buğday getirdi (Alçaklığa bak ki ihtiyacı olduğunda bile hıyanet ediyor, hem de Allah’a! Bu haliyle o, bu düzenin insan tipini göstermektedir). Böylelikle, sunduğu kurban kabul edilmedi. Yine sahtekârlık yaptı ve hevesinin yolunda Allah’ın sözüne kulak asmadı. Hâbil’in (ki şikayetçi olmadığı, bir şey istemediği halde en güzel devesini, en değerli servetini rabbine sunmuştu ve doğal olarak da kurbanlığı kabul edilmişti) nâmertçe öldürüldü.

Hatta bu ikisinin ölüm olayı sırasındaki konuşmaları düşündürücüdür. Kâbil, ölümle tehdit ederken Hâbil, yumuşaklık, şefkat ve teslimiyet içinde şöyle der: “Ama ben sana el kaldırmam.”

Hâbil insanı, toplum ve düzeniyle, bu sadelik içerisinde, en küçük bir direniş göstermeksizin ezildi. Kâbil insanı ve düzeniyse tekelci ve mütecaviz duruma geldi.

Burada ben, bu öyküde cinsellik konusu iktisattan daha güçlü ve öncelikli bir etken olarak gösterilmemiş midir? Şeklinde bir soru işareti koymuştum önceden. Burada Freudizm daha başarılı görülmüyor mu? Bu karmaşada ilk kelime yine “kadın”dır. Yine aynı şekilde babaları Âdem’in serüveninde her şey Havva’dan başlamamış mıydı?

Ama, daha derin düşünürsek konunun bu basitlikte ve doğrultuda olmadığını görürüz. Çatışmanın ilk kaynağının, Hâbil’in nişanlısına Kâbil’in meyletmesi olduğu doğrudur; yani Freud haklıdır. Fakat, Freud da “ilk etken”i -seksualite- tanımadan önce başka etken ya da etken ve nedenler dizgesinin de bulunduğunu kabul ederse, burada bu öykünün “cinsellik etkeninin öncelikli ve temel oluşu” esasıyla çözümlenemeyeceğini kabul edecektir. Çünkü, Kâbil’in Hâbil’in nişanlısına olan eğilimi nedeniyle anlaşmazlığı başlattığı doğru olmakla birlikte, önsel bir konuyu gündeme getiren bir soru söz konusudur bundan önce: Birincisi, bu iki kardeşten niçin Kâbil gösterir bu hassasiyeti? Oysa her ikisinin de benzer tepkileri, birbirine yakın ve aynı ölçüde taassup ve ayak diremeleri olmalı değil miydi? (Şu esasın anımsatılması, burada önem taşımaktadır: Her ikisinin de her bakımdan benzer “veraset ve çevre”leri bulunmaktaydı.)(3) İkincisi, böyle benzer koşullarda bilimsel bakımdan iki kardeşten sadece biri böyle bir hassasiyet taşıyor olsa bile niçin bu Kâbil olmuştur? Üçüncü ve önemli bir olgu olarak, öykü metninden, bu ikisinin konuşmalarından, her birinin davranışından ve ayrıca öyküyü anlatan Kur’an’ın görüşünden, Hıristiyanlık, özellikle de Yahudilik metinlerinden, bunun yanında tefsirlerden, tarih kitaplarından ve İslamî rivayet ve hikayelerden -bu görüş oldukça önemli ve temel bir görüştür- Hâbil’in bir iyilik tipi Kâbil’in ise bir kötülük tipi olarak tanındığı anlaşılmaktadır. “Karakter”den değil, “tip”ten söz ediyorum. Örneğin, Kâbil’in sadece şehvetperestlik ya da maddecilik hasleti taşıdığını, Hâbil’inse sadece dinî ya da duygusal bir özelliği olduğunu söylemiyorum, hayır. Biri, kötü bir insanın, ötekiyse iyi bir insanın tezahürüdür. Bu yüzden ben, Hâbil’in “sağlıklı fıtrî bir insan” olduğu ve toplumsal düzenin, düzensiz ve insanlık dışı çalışma ve iktisat hayatının onu “aline” etmediği, bozmadığı, kirletmediği, saptırmadığı, kusurlu ve eğri hale getirmediği ve Marcuse’nin söyleyişiyle “kırılmış”, düğümlü ve kirli ürünler elde etmediği sonucuna vardım. Bu yüzden, babasını seven, kardeşine şefkat duyan, Allah’a iman besleyen, hakka boyun eğen, saygılı ve takvalı bir adam olmasının ve kardeşinin tersine, cinsel eğilim için onca coşku ve şevkle yanıp tutuşmamasının yanı sıra Hâbil, güzellik karşısında da tepkisiz ve duygusuz olamamıştır. Çünkü Kâbil’den kaynaklanan bunca kötülükler ve sıkıntılar boyunca, hatta Kâbil’in kendisini ölümle tehdit etmesine karşın, bir kez olsun, zahitçe bir tavırla “Gel ağabey, biz hayrından vazgeçtik, önemi yok. O çirkin bacıyı al da başına çal.” dememiştir. Hâbil bir insandır. “Adem’in Oğlu’dur; ne bir eksik, ne fazla. Bu öyküyü nakleden bütün metinler de onu böyle betimlemek istemişlerdir. Bence bu, şu nedenle olmuştur: Çelişki ve ayrılık bulunmayan bir toplumda yaşıyordu; işi de bağımsız bir işti. Ne raiyet sahibiydi, ne de şehriyarın kölesiydi.(4) Sadece insandı o. Herkesin, hayatın bütün nimetlerinden, toplumun bütün maddi ve manevi olanaklarından eşit ve ortaklaşa olarak yararlandıkları ve hep birlikte (ki birbirleriyle kardeş de olacaktır) sağlıklı, güzel, şefkatli, temiz, saf, dost ve iyi ruhun yetiştiği bir toplumdur Hâbil’in toplumu.

Kâbil, öz olarak kötü değildir. Onun özü, Hâbil’in özüdür. Hiç kimse, kötü özlü değildir. Hepsinin özü, Adem’in özüdür. İnsan karşıtı toplumsal bir düzende, sınıfsal bir toplumda, köleliği ve efendiliği geliştiren bireysel mülkiyet rejiminde, insanları ya kurt, ya tilki, ya da kuzu haline getiren bir rejimde ve bu düşmanlık, rekabet, taş yüreklilik, paraya kulluk, aşağılık, açlık, oburluk, esaret, kayıtsızlık, güç, para ve aldatmaca sahnesinde yaşam felsefesi, yağma, çıkarcılık, tutsak etmek, sultacılık ve yemek üzerine kuruludur. Söyleşmek, sövgüden, yalandan ve yağcılıktan ibarettir. Yaşamak, zalimlik, zulme boyun eğmek, bencillik, aristokrasi, yığıcılık [stokçuluk], boynu kalınlık ve kendini süslemeye düşkünlüktür. Toplumsal ve insanî ilişkiyse, vurmak, yemek, emmek, emilmektir. İnsanlık felsefesi de, olabildiğince lezzet, olabildiğince servet, olabildiğince şehvet ve olabildiğince güçlenmektir. Her şey, döner dolaşır, kendine tapınmaya geri gelir; her şeyin ve herkesin “ego” için, aşağılık kaba ve haris ego için kurban edilmesine çıkar bütün yollar.

O zaman, iyi, temiz ve “şefkatli” Hâbil’in kardeşi, Adem’in öz oğlu olan Kâbil, cinsel eğilimi (çok fazla güçlü ve delilik derecesinde bir aşk olmayıp, tersine geçici bir heves olmakla birlikte) uğruna rahatlıkla yalan söyleyen, rahatlıkla hıyanet eden, vicdanı sızlamadan imanını batağa sürükleyen, hepsinden daha rahat bir biçimde kardeşinin başını koparan bir varlık durumuna gelir. Bu işler, ondaki cinsel eğilimin her şeyden kuvvetli olmasından değil (Bay Freud!), tersine daha basit olarak, ondaki insanî erdemlerin oldukça güçsüzleşmesinden, güçsüz bir hevesten daha güçsüz duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır. Sizin sözleriniz Bay Freud, eğer doru olsaydı ve ondaki cinsel etken ona her işi yaptıracak kadar -ki yaptı!- güçlü olsaydı, kurban sunulan yere kızıl tüylü en değerli deveyi götüren Hâbil değil, o olurdu! Freud’un dediği doğru olsaydı, babasının önerisini duyunca, ovaya koşup bütün harmanlarını ateşe veriyorken görmeliydik Kâbil’i.

Oysa onun, elinden kaçırdığı aşkını elde etme yolunda Allah’ın rızasını kazanmak için Allah’ın huzuruna bir demet buğday getirdiğini, hem de öyle insafsızca ki solup sararmış bir buğday demeti getirdiğini gördünüz!

Olayı bu denli ayrıntılı anlatmamın nedeni şuydu: Birincisi, öykünün ahlakî bir öğüt oluşunu olumsuzlamak, olayın bundan daha ciddi boyutları bulunduğunu ortaya koymak amacındaydım. İkincisi ise bu öykünün iki kardeş arasında geçen bir davâ olmadığını, zaman sürecinde iki kanattan, iki tarih hikâyesinden, parçalanmış insanlık serüveninden ve hâlâ bitmemiş olan bir savaşın başlangıcından söz ettiğini anlatmak istiyorum.

Hâbil kanadı, güçten düşürülmüş mahkûm kanattır; yani insan toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kâbil düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kâbil’in bayrağının nesilden nesile egemen sınıfların ve Hâbil’in kanının diyet ve çağrısının da nesilden nesile mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda savaşım veren mahkûm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır. Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka biçimde sürüp gitmektedir. Kâbil kanadının da silahı dindir, Hâbil kanadının da.

Bu yüzden, dinin dine karşı savaşı da tarihî bir savaştır. Toplumsal şirki, sınıfsal farklılaşmayı yaymaya çalışan şirk diniyle, sınıfsal ve sosyal birliği yaymaya çalışan tevhid dininin savaşıdır bu. Hâbil ile Kâbil, şirkle tevhid, sınıfsal ve sosyal parçalanmayla adalet ve insânî vahdet, aldatmaca, uyuşturma ve mevcut durumu iyi gösterme diniyle bilinç, hareket ve devrim dini arasındaki bu tarihî savaş, âhir zaman dek hep sürecektir. Kâbil ölecek, Hâbilci düzen yeniden gerçekleşecektir o zaman. Bu zorunlu devrim, Kâbil tarihinin sonudur. Böylece, dünya düzeyinde eşitlik gerçekleşir; sonunda tevhid ve insanî kardeşlik istikrar kazanmayı başarır. İstikrar, adalet demek olup, tarih zorunlu olarak oraya varacaktır. Evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir öç alma biçiminde adalet, kesin olarak insan yaşayışının her yanına yayılacak ve Allah’ın şu müjdesi yetişecektir: “Yeryüzünde çaresizlik ve güçsüzlüğe düşmüş kimseleri insanların önderleri ve yeryüzünün varisleri kılmak istedik.”

Bu Hâbil ve Kâbil savaşıyla başlayan ve bütün insan toplumlarında, egemen düzen ile mahkum kesim arasında süregelen diyalektik karşıtlık esasınca gerçekleşecek olan geleceğin zorunlu devrimidir. Tarihin zorunlu yazgısı, adaletin “kıst”ın ve gerçeğin zaferi olacaktır.(5)

Her dönemde, her birey, aralarında sürekli savaş bulunan bütün -tarih boyunca- bu iki kanatta yerlerini belirleme ve seyirci kalmama sorumluluğunu taşımaktadır. Bu yüzden tarihin belirleyiciliğine inanırken, tarihin zorunluluğu içerisinde bireysel özgürlüğe ve bireyin insanî sorumluluğuna da inanıyorum; birbirine aykırı bulmuyorum bu ikisini. Çünkü tarih, bilimsel bir küllî cebir esasınca hareket halindedir; tıpkı doğa gibi. Ama “ben”, bir insan bireyi olarak, seçmeliyim, tarih çizgisinde hareket etmeliyim; tarihin belirleyiciliğinin bilim gücüyle hızlandırmalı ve ilerlemeliyim ya da bilgisizlik, bencillik ve sınıfsal çıkarcılıkla onun karşısında durmalı ve ezilmeliyim.

NOTLAR
(1) Burada soydan değil, tip ve düzenden söz edildiğini anımsatırım.
(2)Müminlerden kimileri, insanlığın haramzadelikten kurtarmak amacıyla Hâbil ve Kâbil’in nikahlarını şer’î kılmak için yeni çözüm yolları yaratmışlardır, ama ne yazık ki artık geç olmuş, iş işten geçmiştir! Fakat her ne olursa olsun, bu müminlerin hassasiyetleri, bu büyük ve hayati güçlüğü çözmede gösterdikleri çabalar ve insanlığın ve özellikle de Müslüman toplumun derdini paylaşmaları ve onlara karşı sorumluluk duymaları takdir edilecek bir tutumdur.
(3)Yani örneğin, her ikisi kardeştir ama birinin sözgelimi Kum’da, ötekinin de Paris’te okumuş, birinin “Feza” ve “Mekteb-i İslâm” dergilerini, ötekininse “Zen-i Rûz” [Günün Kadını] ve “İn Hefte” [Bu hafta] (Akşamcının yayın organı) dergilerini izlemiş olduğu ya da kalıtsal bakımdan, örneğin Kâbil’in büyükannesinin “seyyide” olduğunu söyleyemeyiz!
(4)Şair Sa’dî’nin şu dörtlüğüne gönderme var:
"Ben ne deveye binerim
Ne eşek olup yük altina girerim
Ne raiyetim vardır benim
Ne şehriyara köleyim."
(5)Adalet, hak isteme ve insanların haklarını korumsa anlamında olup gruplar ve bireyler arasındaki bireysel ve hukukî ilişkilerle sınırlıdır. Kıst ise, herkesin çalıştığı iş ve sahip olduğu hak ölçüsünde, kanun bunu ister tanısın, ister tanımasın, herkesin payı arasındaki eşitlik anlamındadır. Adalet, yargı kurumuyla, kıst ise toplumsal alt yapı ile ilgilidir. Adaleti sağlamak için yargı kurumunu ıslah etmek, kıst için ise iktisadî düzeni üst yapıda değil, alt yapıda değiştirmek gerekir.

Dr. Ali Şeriati

ALLAH - PEYGAMBER - KİTAP








"Tarih Tezi" Işığında:

"Fe-in tevelev Fe- kul hasbiyallâhü Lâ ilâhe illâ hü, aleyhi tevekkeltü ve Huve Rabbül - arşil aziyim."

"Eğer yüz çevirirlerse, onlara deki: "Bana Allah yeter. Ondan başka tapılacak ilah yoktur. Ancak ona güvenip bağlandım. Ve o büyük arşın sahibi Rabbimdir".

Peygamberler, ne zaman toplumcul evrimin ağdalı-karmaşık akışından başları dara düşse; kendi çağlarında tarihsel determinizmin en yüksek ifadesi olan (binlerce yıllık kutsallık geleneklerinin kabuğu içinde de bulunsa bilim ve bilgi yüklü olan) "Allah" yorumculuğuna sığınırlardı. Tıpkı modern sosyal devrimcilerin sıkıştıkça "Bize tarihsel determinizm yeter !" deyip demir çarık demir asa bilim - devrim görevlerinde daha fazla yoğunlaştıkları gibi. Çünkü antik peygamberler de kendi ölçülerinde tarihsel devrim görevleriyle müjdelenmiş idiler. Ve tarihsel devrimler en temelde üretici güçler determinizmiyle işleyen komüncül kollektif aksiyonlu insanın, kutsallaşmış (medeniyete geçiş: sınıflı topluma parçalanış) haliydi.

Kutsallaştırma prosesi de insanlık tarihinin açılıp kapanan ama birbirlerini aşamayan üretici güçler cycle'larına: kendilerini yeniden üretiş devirdaimlerine uyar:

Kutsallaştırma gidişinin son halkasında, son peygamber, son (veda) hutbesinde şöyle seslenir: "Ey insanlar! Bugünleriniz nasıl kutsal bir gün ise, bu aylarınız nasıl kutsal bir ay ise, bu şehrimiz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle kutsaldır, hertürlü tecavüzden korunmuştur."

Kutsallaştırmanın ilk halkası olan Totemizmde de böyledir: Komün, Totemi'ni kutsallaştırıp o'nu kendi ruhu üzerinde egemenleştirirken, aynı zamanda kan teşkilatlarını - üretici güçleriyle birlikte her şeyini; insanını da kutsallaştırıyordu. Toplum biçimleri geliştikçe kutsallaştırma üretici güçlere yansıdı ama hep aynı temellere uymadan edemedi. Binlerce, onbinlerce yıl sonra bile aynı temeller; açılarak, genişleyerek, tanınmaz boyutlara gelecek ölçülerde de olsa son peygamberin tutumunda böyle dilleniyordu...

GİRİŞ
Konumuz; " Din "; üzerinde en çok spekülasyon: düşünce vurgunculuğu yapılan alan! Oysa tam tersi olması gerekir: öyleyse bilimin en çok kılıç kuşanması gereken alanlardan birisi de din konusu olmalıdır. Bu yüzden bu alanda "İdeoloji" ve "politika" sökemez, sökememelidir. O yavanlıklar ancak bilim ateşiyle durdurulup dönüştürülebilir.

Meselemiz hiç de İkincil-üçüncül kategoriden bir iş sayılamaz. Çünkü din konusu, sadece toplumun çatısında tıkırdayan bir kültür meselesi değil, insan beyninde düşünce mekanizmalarında işleyen adeta sistemleşmiş canlı bir düşünce biçimidir. Ve insan beyninde kolayca sökülüp atılamayacak derinliklere yapışmış köklere sahiptir.

Söküldü sanıldığı yerde, başka bir nesnenin veya konunun Fetişe edilişine: tapımına dönüşmüştür: İnsan şuuru kendisini bilemedikçe ne maddi nesnelerin ne de manevi konuların fetişizmini (tapıncını) aşamaz.

İnsan toplumunun gidişine göre daha maddi daha manevi tapınışlar öne çıkmaktan geri durmazlar. Ama bu öne çıkışlar daima insan zihninin işleyiş yasalarına etle tırnak gibi bağlı gelişirler. Çünkü insan üretici gücü toplumsal kanunlarla işlerken, herşey insanın beyin aynasında yansımakla kalmaz; o yansımalar yeniden topluma dönerken etki tepkilerde insan zihni ve toplum, kuşaklar boyunca sürüp giden gelenek göreneklerini oluştururlar. Ve onlar kolay aşılıp - kazınamaz.

İnsan toplumu ve düşünüş sistemi, hasbel kader tesadüfî olarak tanrısallaştırmalara kapılmadığı gibi; "Matah" fetişizmine veya nesnelerin tapıncına, illüzyonlarına da öyle gelişigüzel düşmez veya düşürülemez. Başta toplumsal gidiş kanunları etkin bulunur. Her kişide ayrı ayrı yansıyan düşünce işleyişi de, kendi başlarına ayrı birer dünyadır. Ve ayrı bir uzmanlık alanı oluşturur. Fakat toplumsal yasaların işleyişlerinden hayat buldukları için son zerrelerine kadar toplumsaldırlar. Ve kanunumuz içine girerler.

"Tutkular" insanı yeniden ve yeniden öldürüp diriltebilirler. Bu sadece toplumsal değil, aynı zamanda zihinseldir de.

Modern çağda "Matahlar"ın veya daha geniş anlamda nesnelerin manevi konuların tapınçları aşılmış gibi dururlar. Tarihsel devrimlere kıyasla sosyal devrimler, eski uykuda gezer, şuursuzluktan veya altşuura atılışlarından ve yıkımlarından kurtulmuş sayılırlar. Bilinç ve teşkilatlanma geliştiği ölçüde matahların fetişizmi de aşılır elbet. Ama kutsallaştırmanın öyküsü bitmiş görünmüyor.

İnsanlığın sosyalizmi yakaladığı günümüzdeki aşamasında bile; "sovyet" insanlarının ölümleri bahasına "duvar"ları aşmaya çalışması, sadece kapitalizmin yarattığı tüketim illizyonlarıyla (kabaca) açıklandığında bile, insan şuurunun hâlâ matah ve nesnelerin tapıncını aşamadığı ortaya çıkar.

Maddiyatın maneviyatı ezişi ve tüketişi sürmektedir. Demek modern proletarya da, modern büyük-küçük burjuvalar gibi nesnelerin tapıncının potansiyel tehditi ve tehlikesi altında bulunur. Konu bu kadar ciddi ve ebedi gibi görünmektedir. Stalin ve Mao'ların saraylara taşınmakta gecikmeyişleri tesadüf sayılabilir mi? İrice "Markisist - Leninistler" böyle yaparsa, ufakları kimbilir neler yapmazlar?

"Tapınçlar" konusu doğrudan kutsallaştırma prosesine ve insan zihninin işleyiş yasalarına bağlıdır. Burada ikincisine giremeyeceğiz. O apayrı ele alınacak başlı başına bir alandır. Fakat dolayısıyla eğilmiş olacağız. Çünkü her ikisi de bir arada bulunur; toplum ve kişi gibi....

İnsan toplumu da, canlı türlerinin gelişim kanunları benzeri kendi kanunlarına uyar. Ancak o kanunların kökleri çok derinlerde kaldığı ve büyük sansürlerde toplum biçimleri katmanları altında gömülüp kaldığı için insan toplumunun gidiş kanunlarının olabileceği bile önemsenmedi ve asla kavranmadı. Tarihte hiçbir gidiş kanunu bulunmadığı iddialarına dek sapıldı.

Oysa üzerinde hiç durulmak istenmeyen, insan toplumunun doğadan gelme, ilk doğal ham pırlantası: çekirdeği olan Komüncül Toplum, tarihin bütün kilitlerini açabilecek BİRİCİK anahtardır. Çünkü en ilk temel çekirdek olması itibariyle, toplum biçimlerinin bütün gelişimi kanunlarını kendi içinde saklar.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı