30 Mayıs, 2007

İslam Kapitalizmin Ahlaklısı mıdır?

Din ve iktisat/ekonomi, netameli bir konu...

Özellikle bu İslam ve iktisat olduğunda daha da netameli...

Bugüne kadar yazılan, çizilen, söylenen şeyler (Sezai Karakoç'un İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü hariç) kapitalizmin -teknik olarak söylemek gerekirse içinden haram işlemler ve işlerin ayıklanarak (faiz, kredi, hileli satış, reklam vs.- müslümanlaştırılmasından başka birşey değildir. (İslam ve sosyalizm ilişkisi üzerine söylenen ve yazılanlara daha sonra göz atacağız)

İslam'ı kapitalizmin ahlaklısı ya da ahlaklı kapitalizm yapan görüşlerin mantığını, argümanlarını, dayandığı ayet ve hadisleri değerlendirmeden önce bizce Kur'an-ı Kerim insan ile mal/mülk/para/servet arasındaki ilişkiler konusunda neler söylüyor, neler öneriyor bir bakalım...

Öncelikle bazı ayetleri artarda sıralayarak bakalım;

Al-i İmran 14
Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır.

Tevbe 34
Siz ey imana erişenler! Bilin ki, hahamların, rahiplerin çoğu, insanların mallarını, haksızcasına yiyip yutuyor ve [onları] Allah'ın yolundan alıkoyuyorlar. Fakat bütün o altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, (işte) onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele:

Tevbe 35
Bu [toplanıp saklanan altının, gümüşün] cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı Gün, [bu günahkârlara]: “İşte, kendiniz için topladığınız hazineler!” denecek, “Şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin [başınıza açtığı belanın] tadını!”

Zuhruf 1
Hâ-Mîm.

Zuhruf 2
DÜŞÜN özünde apaçık olan ve hakikati bütün açıklığıyla ortaya seren bu ilahî fermanı:

Zuhruf 3
onu, düşünüp kavrayabilmeniz için Arapça bir hitabe yaptık.

Zuhruf 4
Ve o, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağında[n çıkmış]tır; o, gerçekten yücedir, hikmet doludur.

Zuhruf 5
[SİZ EY hakikati inkâr edenler!] Kendi kişiliğinizi harcayan insanlar olduğunuzu göre göre bu hatırlatma ve uyarıyı sizden tamamen geri mi çekelim?

Zuhruf 6
Eski zamanların halkına ne kadar da çok peygamber gönderdik!

Zuhruf 7
Ama onlara hiçbir peygamber gelmedi ki O'nunla alay etmiş olmasınlar;

Zuhruf 8
[sonunda] şimdikilerden daha kudretli [oldukları halde] onları silip yok ettik: ve o eski toplumlar geçmişten bir iz, bir hatıra oldular.

Zuhruf 9
İşte böyle, şayet onlara da “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorarsan hiç tereddüt etmeden “Kudret Sahibi Olan, Her Şeyi Bilen [Allah]tır” cevabını verecekler.

Zuhruf 10
Yeri sizin için bir beşik yapan ve üzerinde [geçiminizi kazanma] yolları var eden O’dur; umulur ki doğru yolu (seçer ve onu) izlersiniz.

Zuhruf 11
O'dur gökten gerekli miktarda suyu tekrar tekrar indiren: işte, Biz [nasıl] onunla ölü toprağa hayat veriyorsak, siz de böyle [öldükten sonra] yeniden sahneye çıkarılacaksınız.

Zuhruf 12
Ve O bütün karşıtları (da) yaratandır. O'dur bütün gemileri ve hayvanları binmeniz için sizin hizmetinize veren;

Zuhruf 13
böyle yapar ki onlara hükmedesiniz 1 ve ne zaman onlardan yararlanırsanız Rabbinizin nimetlerini hatırlayıp “[Bütün] bunları bizim hizmetimize veren O ne yücedir, çünkü [O olmasaydı] biz bunu elde edemezdik;

Zuhruf 14
o halde biz mutlaka O'na döneceğiz!” diyesiniz.

Zuhruf 32
Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar? [Hayır, nasıl ki] bu dünyada geçim araçlarını onlar arasında bölüştüren ve onların bazısını başkalarına yardım etmeleri için diğerlerinin üstüne çıkaran Biziz; [aynı şekilde, dilediğimize manevî bağışlarda bulunan da Biziz]: Rabbinin bu rahmeti, onların yığabilecekleri bütün [dünyevî servetler]den daha hayırlıdır.

Zuhruf 33
Eğer [sınırsız zenginliklerin önlerine serilmesiyle] bütün insanlar tek bir [şeytanî] toplum haline gelmeyecek olsaydı, [şimdi] Rahmân'ı inkar edenlerin evlerini gümüşten çatılar ve tırmanacakları [gümüşten] merdivenler ile donatırdık;

Zuhruf 34
ve evlerine [gümüş] kapılar, üzerinde yatıp uzanacakları [gümüş] yataklar,

Zuhruf 35
ve [sınırsız ölçüde] altın… (Zuhruf isminin öncelikli anlamı “altın”dır) Ama bunların tümü, bu dünya hayatının [gelip geçici] zevklerinden başka bir şey değildir; hâlbuki Allah'a karşı sorumluluk duyanları öteki dünya[da] Rableri katında [mutluluk] bekler.

Zuhruf 36
Rahmân'ın uyarısını görmezden gelmeyi tercih eden kimseye gelince, Biz onun içine öteki kişiliğini oluşturmak üzere [kalıcı] bir şeytanî dürtü yerleştiririz. (Lâfzen, “Biz başına bir şeytan sararız ve bu, onun öteki kişiliği (karîn) olur”)

Zuhruf 37
Bu [şeytanî dürtüler] böylelerini [hakikat] yolundan alıkoyar ve bunlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar!

Zuhruf 38
Ama sonunda [bu şekilde günaha batmış olan] kişi, [Hesap Günü] önümüze geldiği zaman, [öteki kişiliğine,] “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı kadar bir mesafe olsaydı!” diyecektir; şu öteki kişilik ne kadar da kötüymüş!

Zuhruf 39
O Gün bu[nu öğrenmeniz] size bir fayda sağlamaz, çünkü siz [birlikte] günah işlediniz, şimdi [de] azabınızı birbirinizle paylaşın. (Yukarıdaki ayet, daha geniş anlamda bütün kötü fiillerin, ne zaman ve nerede işlenmiş olurlarsa olsunlar, bir tek zincirin halkaları olduğunu ve bir kötülüğün zorunlu olarak başka bir kötülüğe yol açtığını gösterir)

Kasas 76
[İMDİ,] Hesap Günü'nde bu duruma düşmek istemeyenler bilsinler ki şu ünlü Kârûn da Musa'nın kavmindendi ve kendini büyük görüp onlara zulmediyordu; çünkü Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, sadece anahtarlarını (Mefâtih ismi hem “anahtar” anlamına gelen miftah veya miftâh kelimesinin hem de “kilit altındaki şey” yani, “mal stoku” ya da “hazine sandığı” anlamına gelen meftah kelimesinin çoğuludur ki, ayetteki anlam akışına uygun düşen de bu son kelimedir) taşımak bile bir manga adama, hatta daha fazlasına zor gelirdi. Soydaşları ona: “[Servetinden ötürü] böyle böbürlenme, çünkü Allah böbürlenenleri sevmez!

Kasas 77
Öyleyse, Allah'ın sana verdiklerinden yararlanarak yalnızca ahiret yurdunda [iyi bir yer tutmanın] yolunu ara; (Lâfzen, hayırlı, erdemli amaçlarla harcayarak) bu arada, pek tabii, bu dünyadaki nasibini de unutma ve Allah nasıl sana iyilikte bulunduysa, sen de [başkalarına] öyle iyilikte bulun ve sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma: çünkü şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez!” dedikleri zaman,

Kasas 78
[Kârûn, onlara:] “Bu [servet] bendeki bilgi sayesinde bana verildi!” (Lâfzen, “Benim kendi tecrübelerimin, akıllı ve iş bilir tutumumun ve bu yoldaki yeteneklerimin bir sonucu olarak”) diye karşılık verdi. Oysa Allah'ın, ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve ondan daha fazla servet toplamış nicelerini [kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmaları yüzünden] yok ettiğini bilmiyor muydu (sanki)? Ama şu var ki, suçluluğu kesinleşmiş olanlara (artık) günahlarından sual olunmaz!

Mearic 15
Ama hayır! [Onu bekleyen] tek şey alev saçan bir ateştir,

Mearic 16
derisini kavuran (bir ateş)!

Mearic 17
O, [iyiye ve doğruya] sırtını dönenleri ve [hakikatten] uzaklaşanları kendine çeker,

Mearic 18
ve [servet] biriktirip, [onu öteki insanların elinden] alanları.

Maun 1
HİÇ bütün bir ahlakî değerler sistemini (Din'i) yalanlayan [birini] tasavvur edebilir misin?

Maun 2
İşte böyle biridir, yetimi itip kakan,

Maun 3
yoksulu doyurma arzusu/gayreti duymayan.

Maun 4
Yazıklar olsun şu namaz kılıp duranlara,

Maun 5
onlar ki kalpleri namazlarına yabancıdır,

Maun 6
onlar ki niyetleri yalnızca görülüp takdir edilmektir,

Maun 7
ve üstelik onlar, [insanlara] en ufak bir yardımı bile reddederler!

Yasin 47
Kendilerine, “Allah'ın size verdiği rızktan başkaları için harcayın!” denildiğinde (Enfeka fiili (lafzen, “harcadı”), Kur’an terminolojisinde, sebebi ne olursa olsun, başkaları adına, yahut başkasının iyiliği için harcama yapmayı ifade eder. Bu “başkası için harcama”nın ahlakî önemi Kur’an'da sıkça vurgulanmakta ve “arındırıcı yükümlülükler”i yahut daha geniş anlamıyla, “karşılıksız yardımlar”ı ifade eden zekât kavramında somutlaşmış bulunmaktadır), hakikati inkâra şartlanmış olanlar, inananlara, “Rabb[iniz] dileseydi [Kendisinin] besleyebileceği kimseleri biz mi besleyelim? Doğrusu siz açık bir yanılgı içindesiniz!” derler.

20 Ocak, 2007

Peygamberimiz neden “zengin” değildi?


Evet, günümüz kiriterlerine göre Hz. Muhammed “zengin” olamadığı için hayatta başarısız birisi olarak görülmek durumundadır!
Günümüz dünyasının kriterlerine göre bakacak olursak Hz. Muhammed (s.a.v) “başarısız” birisidir.
Çünkü 23 yıl süren “kariyer” hayatının sonunda “beş parasız” bir yoksuldur.
Bu mantığa göre o, hayattaki fırsatları iyi takip edememiş, “köşeyi dönmek” için önüne konan fırsatları değerlendirememiş, aklını iyi kullanıp durumunu düzeltememiştir. Çoluğuna çocuğuna zengin ve refah dolu bir hayat yaşatamamıştır. Eğer akıllı birisi olsaydı, toprak evde oturmaz, kapısına gelen süt annesi için bile karısından para isteyecek duruma düşmezdi.
Evet, günümüz kiriterlerine göre Hz. Muhammed “zengin” olamadığı için hayatta başarısız birisi olarak görülmek durumundadır! Öyle ya, toprak evde oturuyor, çardaklı evi (villası) yok, katı yok, yatı yok; bunun neresi özenilecek, örnek alınacak bir hayattır?
Öyle mi?
Zenginlik bu mu acaba?
Tam tersi, Hz. Peygamber çok zengin birisiydi!
Hem de akla hayale sığmayacak kadar büyük servetlerin sahibiydi.
Ama nasıl? Bu, zenginlikten ne anladığınıza bağlı.
Görüyoruz ki o, “bilinçli bir tercihle” mal mülk zenginliğini seçmedi. Elinde imkanı olmasına, fırsatlar önüne serilmesine rağmen böyle bir yolu tercih etmedi.
Neden?
Çünkü Kur’an’da, daha ilk Müddesir suresinde böylesi bir talimat almıştı.
Keza herkesin bir solukta okuyup geçtiği “inna ateyna” diye bilinen Kevser suresinde, mala mülke sahip olmadığı halde zaten “çok zengin” olduğu ve daha da olacağı beyan edilmişti.
Yurdum insanı, Kur’an’ı teberrüken okumayı, ölülerin arkasından okuyup üfürmeyi bırakıp, düşüne düşüne (tertil ile) bir okumaya başlasa, bunun böyle olduğunu görecek.
Bakın nasıl?
***
“Sen ey yalnızlığa bürünen!
Kalk ve uyanışı başlat!
Haykır: Allahuekber!
Güzel ahlâkı kuşan!
Kötülüğe bulaşma!
Servet yığma hayallerine kapılma!
Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger!” (Müddesir; 74/1-7)
Ayette geçen ve “Servet yığma hayallerine kapılma” diye çevirdiğimiz “ve la temnun testeksir” ibaresine dikkat ediniz. La temnun, temenni etme, hayale kapılma (umniye) demektir. Testeksir de kevser veya tekasür ile aynı kökten olup zenginlik, çoğaltma, biriktirme, yığma demektir. Tekasür suresinde de bu anlamdadır;
“Bir zenginlik yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş… “ (Tekasür; 102/1-2)
Tekâsür burada mal, makam ve şan-şöhret çokluğu ile övünmek demektir. Araplar karşılıklı zenginlik ve şan şöhret yarışını ifade için tekâsüra’l-qavmu tekâsüran derlerdi; tabir buradan gelmektedir (Razi).
Bu durumda daha ilk inen ayetlerden olan ve vahyin 11. talimatı manasına gelen Müddesir 7. ayette şunlar denmek istenmiş oluyor: “Çoğalma (istiksâr) temenni etme”
Yani: Yapacaklarını getiri beklentisiyle yapma. İyiliği yay ve yaşa ama iyilikten geçinen, onu para, makam, mevki elde etmenin aracı olarak görenlerden olma. Yaptığın peygamberlikten dolayı maddî karşılık bekleme. Senin ecrin Allah’tandır. Allah’ın peygamberi olmanın getireceği ayrıcalığı, zengin olmak için atlama tahtası olarak kullanma. Din baronları gibi ayet alıp ayet satma. Din istismarcılığından uzak dur! Sadece Allah rızası için, sırf iyilik için çalış. Peygamberliği kazanç temin edilen bir meslek olarak görme. Allah’ın dini üzerinde sektör oluşturulmasına asla izin verme. Şu Kâbe’deki tanrı ve kutsallık istismarına dayalı dini oligarşiyi yık! Bir zamanlar İsa da mabede girerek masaları sandalyeleri din adamlarının başına çalmış ve “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu!” diye haykırmıştı… Çünkü Allah’ın evi kazanç kapısı değildir. Din sektör, vahiy meta, peygamber pazarlamacı, sana inananlar da müşterin değildir! Bunlar üzerine kurulmuş her örgütlü dini yapıyı dağıtmak senin en temel görevlerin arasındadır. Din yalnızca ve sadece Allah’a has kılınmalı, vicdanın ve merhametin “yalın sesi” olarak kalmalıdır…
Talimat, tabiî ki Hz. Peygamber yapacağından verilmiyor. “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” mesajı var burada; ey din tacirleri, din baronları, ayet alıp ayet satanlar, din üzerinden, Allah, kitap, peygamber diye diye servet yığanlar!
İkra suresindeki beş ayetten sonra indiği sanılan ve nuzül sırasına göre peygambere inen vahyin 11. ayeti (talimatı) olan bu ayette ne deniyor, iyi okuyun. Eğer ayetleri teberrüken okuyup sağa solu üfürüp durmaktan vaktiniz varsa…
***
Bakın Kevser suresinde de ne deniyor.
“Biz sana bol nimetler verdik.
Şu halde Rabbine yönel ve saldırılara göğüs ger.
Sana kin besleyendir asıl kökü kuruyacak olan; hiç kuşkusuz.” (Kevser; 108/1-3).
KEVSER: Sözlükte [KSR] kökü mastar olarak “Çok olmak, çoğalmak” demektir. Malı çok olmak, zengin olmak, maddî durumu iyi olmak (iksâr), çoğaltmak, teksir etmek, çokça yapmak, çoklaştırmak (teksîr), çoğalmak, artmak, üremek, türemek (tekâsür), çok olmasını istemek (istiksâr), daha çok, en çok (ekser), çoğunluk, galibiyet (ekseriye), çok (kesr, kesîr), çokluk, fazlalık, bolluk (kesret), çok konuşan, geveze (miksâr) kelimeleri bu köktendir…
NAHR: Sözlükte [NHR] kökü mastar olarak “Boğazına vurmak, boğazının altından kesmek, sağlam yapmak, tam zamanında yapmak, karşılamak, namazda elini boğaz (göğüs) hizasına götürmek” demektir. Dövüşmek, çekişmek (munâhara), intihar etmek, kendini öldürmek (intihâr), hayvan boğazlayıcısı, cömert (minhâr), hayvan kesim yeri, hayvanın boğazı altındaki kesilme yeri (menhâr), göğsün üst kısmı, göğüs ile boğaz arası yer (nahr), kurban bayramı günü (yevmu’n-nahr) kelimeleri bu köktendir…
Surede geçen “Nahr yap” ifadesinin “Namazda ellerini göğsüne kadar kaldır, göğsünü Kabe’ye yönelt” anlamına geldiği de savunulmuştur (Hz. Ali, Ferra, Esbağ, Ata, Dehhak, Süleyman et-Teymi). Keza ayette geçen “salât et ve nahr yap” ifadelerinin, sözlük anlamından hareketle “İçtenlikle yönel, (saldırılara) göğüs ger, göğüsle” anlamında olması da muhtemeldir. Ancak namazın ve kurbanın Mekkelilerce zaten biliniyor olması, burada salat ve nahr kelimelerinin sözlük anlamıyla değil daha çok Mekke ortamında kazandığı ıstılah anlamıyla kullanıldığını çağrıştırıyor. Bu durumda da ayetin takdiri “Mekkelilerin putlar için yaptığı o namaz ve kurbanı sen Allah için yap” şeklinde olur. İbare sözlük veya ıstılah anlamıyla her iki şekilde de anlaşılmaya müsaittir…
Ayette “Biz sana kevser (bolluk, zenginlik) verdik” ifadesinin, mal, mülk verdik; zengin yaptık anlamında olmadığı anlaşılıyor. Çünkü bu ayet indiğinde Hz. Peygamber öyle malı mülkü çok olan zengin birisi değildi.
Peki, nedir o halde verilen kevser?
Bunu anlamak için, bu kısa surenin, o dönemde neye cevap olarak indiğine bakılmalıdır.
O dönemde müşrikler Hz. Peygamber’in çıkışı ile birlikte şöyle laflar etmeye başlamışlardı:
“Muhammed bir maceranın peşine düştü. Tehlikeli sözler söylüyor. Etrafına üç beş genç, kadın, yoksul ve köle toplayarak Mekke’nin kurulu düzenine karşı geliyor. Putlara dil uzatıyor. Kendini tehlikeye atıyor. Böyle giderse yok olup gidecek. Bütün saygınlığını kaybedecek. “Bir baltaya sap olamadan”, boşu boşuna yaşamış olacak. Böyle yapmakla kendini harcıyor. Geleceğinden endişeliyiz, çok yazık olacak. Kendisi yokulup gittiği, söndüğü (ebter olduğu) gibi, etrafındakilere de çok yazık olacak…”
İşte bu tür iddialara karşı deniliyor ki: “Biz sana kevseri verdik. Sen onlara aldırış etme. Biz sana toplumda saygın bir yer verdik. “El-emin” olarak biliniyorsun. Muazzam bir ahlaka sahipsin. Doğruluk ve dürüstlük abidesi bir yaşantın var.Biz sana bunları zaten vermişiz. Asıl zenginlik budur. O sana karşı çıkanlar, böyle giderse bir yere gelemeyecek, sönüp gidecek diyenler var ya, işte onlardır asıl sönüp gidecek olanlar. Kin ve düşmanlıkla sana saldıranlardır asıl kökü kuruyacak olanlar. Şu halde sen bunlara aldırış etme. Allaha yönel (salat et) ve onların saldırılarına göğsünü siper et (nahr yap); bıkmadan, usanmadan ve asla yılmadan hak bildiğin yolda yürü…”
***
Demek ki ilk inen vahiylerde, önce “Çoğalma (tekasür) temenni etme” diye talimat veriliyor. Sonra “Biz “el-emin” olarak anılmanı sağlayarak sana zaten çokluk, bolluk, servet (Kevser) vermişiz ve vereceğiz. Göreceksin onlar yokulup gidecek, fakat senin adını milyonlar ağzından düşürmeyecek, insanlığın hayırla andığı bir makama geleceksin (makam-ı mahmud). Sonunda kazanan sen olacaksın, onlar değil.” denilmek suretiyle zenginlik ve çoğalmadan ne anlaşılması gerektiği açıklanıyor. Bütün insanlara yönelik olarak da “Bir zenginlik ve çoğalma yarışıdır (tekasür) oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girene kadar süren bir oyun ve oynaş…” denilerek, “Asıl zenginlik bu değil, bu ırgatlık, kölelik” demeye getiriliyor.
Her üç surede de kullanılan kelime aynı kökten geliyor (istiksâr, kevser, tekâsür).
Buralardan zenginlikten ne anlaşılması gerektiğini, Hz. Peygamber’in neden bizim anladığımız anlamda zengin bir hayat sürmediğini, buna hiç tevessül etmediğini anlıyoruz.
***
Türkçe’de zengin kelimesi Farsça kıymetli, süslü, pahalı, değerli anlamına gelen “seng”den geliyor. Bu anlamda zengin (sengin) kıymetli, pahalı eşyaları olan, malı çok olan demektir.
Hz. Peygamber’de bunların hiç birisi yoktu.
Ama onda sıhhat, sağlık, tertemiz bir vicdan (ruh’l-kuds), ruh dinginliği, erdemli ve dürüst bir hayat, güvenilirlik (el-emin), sağlam bir irade, muazzam bir ahlak (hulg-i azim), asalet ve cömertlik (kerim), vefa, sözü namus bilme (sıdk) vardı…
“Tebüssüm sadakadır” dedi. Hiçbir savaşta kaçtığı görülmedi. Kendisinden bir şey isteyene hayır dediği vaki olmadı. Arkadaşlarının (sahabe) arasına karıştı. Kendisine taht yaptırmadı, yüksekçe bir yere oturmadı, din adamı kisvesine bürünerek kasılmadı. Dışardan bakıldığında onu diğerlerinden ayıramazlardı. Arkasından, sağından solundan korumalar gibi yürünmesini istemedi. “Bizde efendi kavmine hizmet edendir” diyerek arkadaşlarına su dağıttı. Nereyi bulursa oraya, hatta kapının eşiğine bile oturdu. “Kuru hurma yiyen bir kadının oğluğum” dedi. “Bende sizin gibi bir insanım ancak bana vahyolunuyor” dedi. Yani bende sezin gibi insanım, eleştirilebilirim, yanlış yapabilirim, hata edebilirim dedi. Günde yetmiş kez tevbe ederdi. Birisine bir yanlışı olsa, bir nezaketsizlik yapsa hemen özür dilerdi, bağışlanma isterdi…
Ve fakat böyle birisi öldüğünde bugünkü tabirle “beş parasız”dı. Peygamberlere varis olunmaz” dedi. Maddi hiçbir şey bırakmadığını söyledi. Eşleri çardaklı ev, hizmetçi vs. isteyince vahyin 11. talimatını hatırlattı; Ben buyum ve hiç değişmeyeceğim. Yığmak, biriktirmek yok. Eğer istiyorsanız sizi donatayım ve boşanalım dedi. Hayır buna razıyız dediler ve maddi hiçbir birikimi olmadan vefat etti.
Bugün milyonlarca insan onun ismini anınca elini göğsüne götürerek adını anıyor, salavat getiriyor. İşte kevser budur.
Ebu Cehil ve Ebu Lehep gibi tefeci bezirganlar, mül mülk sahibi para babaları, ona kin ve düşmanlık besleyenler ise ya bilinmiyor ya da anıldığında lanetle anılıyor. İşte soyu kesilmek de budur.
Bakın, kervanlar, develer, katlar ve yatlar… Bunların hiç birisi mezara sığmadı, sığmayacak.
Hiç birisini götüremezler. Güç sahipleri, yığanlar, biriktirenler, paylaşmayanlar, bölüşmeyenler, şu an egemen görünseler de, kökleri kurumaktan kurtulamayacaklar. İçine girdikleri açgözlülük yarışının ve biriktirme hırsının, hayatı çekilmez hale getirdiğini, giderek bir kaos ortamına ve cehenneme doğru yuvarlanmakta olduklarını kendi gözleriyle görecekler. Çaresiz, yine ebter olmaya mahkumdurlar.
El-eminler, erdemliler, dürüstler, hak ve adalet aşıkları, paylaşanlar, bölüşenler, şu an zayıf ve güçsüz görünseler de, bu kafayla bir yere gelemezseniz, sönüp gideceksiniz dense de, büyümeye, çoğalmaya devam edecekler. Allah’ın sevgi ve merhameti kevser olup üzerlerine yağacak. Baki kalan şu kubbede kazanan yine onlar olacak; bundan hiç şüpheniz olmasın. Allah vaadinden dönmez. Geçmişte olanlar, gelecekte olanların teminatıdır.
Şurası unutulmamalı ki bütün maddi zenginlikler (istiksar, tekasür) ebterdir; soyu kesiktir, yok olucudur. Gönül, ruh ve ahlak zenginliği (kevser) ise ebedidir, kalıcıdır. Kur’an şöyle der: Baki olan iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmaktır. (Amelu’s-salihat).
Sonuç olarak istiksar, kevser ve tekasür kavramlarının birbirine bağlantılı bir şekilde ele alındığı bu surelerde, Hz. Pegambere yönelik “sana, sen” diye hitabedilen yerlere kendi ismimizi koyarak okuyalım. Aynı şeylerin bizim için de geçerli olduğunu göreceğiz. Çünkü bu sureler bütün canlılığı ile hayatın içinde yaşıyor.
“Yaşayan Kur’an” bu demektir…
Bilmiyorum belki çıkamam bir daha buraya
İşte sırtım; hakkı olan gelsin almaya
Hazırlan dedi Cibril, karardı mehtap
Geride birkaç kap ve bir Kitap
Hayır! Gidemezsin! Kim gitti derse vurun!
Hayyu la yemuttur yaşayan yerinize oturun!
Refik-i ala… Alemlere rahmetti, bu ahirdi dedik
Kara toprak bile anladı da
Bir insan anlamadı bizi.

İhsan Eliaçık, www.haber10.com

18 Ocak, 2007

Bir kez daha: İslam ve sol

Siyasette yeni bir girişim olarak tartışma yaratan Mehmet Bekaroğlu ve Ertuğrul Günay'ın öncülük ettiği hareketten daha önce bahsetmiştim. Bu girişim çerçevesinde 'İslam ve sol siyaset bir noktada buluşabilir mi?', 'Müslüman solcu olur mu veya solcu Müslüman olur mu?' soruları gündeme gelmişti. Yine daha önce belirttiğim gibi, bunlar benim üzerinde konuşmayı en çok sevdiğim mevzular ancak yerimiz dar, kısa değinmelerle geçmek zorundayız.

Bu sefer, geçen cuma günü, Radikal'de yayımlanan Mustafa Akyol'un yazısı vesile oldu. İlk yazımda ben de, sol siyasi gelenekle Müslümanların siyasal geleneğinin kaçınılmaz çelişkilerinden bahsetmiştim. Ancak sevgili Mustafa Akyol, olayı bir adım daha ileri götürerek, sol adına ileri sürülen siyasal-toplumsal ilkeler ile İslam'ın bir din olarak temelden çeliştiğini iddia etmiş. Bu klasik sağcı Müslüman tezi veya tepkisidir. Daha doğrusu dinlerle, solun ileri sürdüğü eşitlik iddiasının temelden çelişik olduğunu ileri süren evrensel ve klasik 'sağcı' tepkisidir. Modern çağda, kapitalizmin dinsel öğretilerle örtüştüğünü ileri sürerek, kapitalizme dinsel kutsallık armağan eden klasik sağ siyasetin her türünden söz ediyoruz.

İslam'ın hangi siyasal ve ekonomik sistemle uyuşup uyuşmadığı sonuna kadar tartışma konusudur. Bugüne kadar, kapitalizme dini kılıf bulanlar, bir de sol siyasetin din karşıtlığını bahane edip, sağ siyaset geleneği beslediler diye İslam'ı (veya Hıristiyanlığı) kapitalizmi öngörüyorlar diye takdim edemeyiz. Batı'da, kapitalizmi Hıristiyan geleneğinin bir ürünü olarak takdim eden, Protestan geleneği ve bu geleneği belli şekilde yorumlayan ünlü düşünür Weber'dir. Dahası Weber, kapitalizmin temelini, tasarruf gibi dinsel ve ahlaki öğelere bağlayarak, emperyalizmi ve vahşi kapitalist sömürü ve talanı göz ardı etme ve temize çıkarma gayretinin en önde gelen temsilcisidir.

Tezleri her bakımdan son derece tartışmalıdır.
Mustafa Akyol, İslam'ın kapitalizmle uyumlu olduğunu ileri sürerken gösterdiği dayanak olan Sabri Ülgener de, Weber'ci bir düşünür olarak, İslam ile kapitalizmi bağdaştırma gayreti göstermiştir. Ülgener de, yine, Weber'ci bir düşünür olarak, Osmanlı'nın kapitalizm üretemeyerek geri kalmışlığının sebebi olarak, Osmanlı iktisat düşüncesinin durağanlığını vurgulayan klasik bir oryantalist düşünürdür. Bu ekol, tabii ki sorunun İslam değil, Ortaçağ boyunca İslam'ın 'yanlış' yorumlanışı olduğunu ileri sürerler. Ülgener'in öğrencisi Ahmed Güner Sayar, 'Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması' (Der Yayınları, 1986) başlıklı çalışması boyunca, 'Ulemanın serbest ve hür aklın rehberliğinde felsefi ve spekülatif düşünceye hayat hakkı vermeyişi iktisat bilgi üretimine engel teşkil etti' tezini işler. Bu bir iddia ve tezdir, yani tartışmaya açıktır, mutlak kaynak veya dayanak olarak takdim edilemez.

Bana da sorarsanız, Ülgener'in dinamik bir ekonomik modelin önünde engel olarak gördüğü klasik dönem Osmanlı iktisat anlayışı, dini ve münhasıran İslami ilkelere, kapitalizmden daha yakındır. O günkü model ideal falan demiyorum, daha yakın diyorum. Bugün söz konusu olduğunda da, solun toplumsal dayanışma ve eşitlik ilkelerinin İslami ilkelerin ruhuna daha yakın olduğunu düşünüyorum. Dahası, bugün gündeme gelmesi tabu sayılan faizin 'haram' sayılmasını bir ilke olarak benimsiyorum. Ha 'Emeksiz kazanç haksızlıktır, sömürüdür' demişsiniz, ha 'Faiz haram' demişsiniz.

Diğer taraftan, İslam, Mustafa Akyol'un iddia ettiği gibi, fakirlerin kaderini zenginlerin sadaka ve vicdanına falan bırakmış falan değil. Kaçamak hesaplarla değil, hakkıyla zekât dağıttığınızda, hak geçmesin diye titizlendiğinizde ne kadar servet birikir bir hesap edin bakalım. Hıristiyanlık da, 'Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin cennete girmesinden daha kolay diyen', modern çağ öncesi faize iyi gözle bakmayan bir din. Hayırseverlik ve sadaka ile konuyu geçiştirme, modern kapitalizmin zenginlerinin vicdanlarını temizleme uğruna ödemeye razı oldukları küçük bedeller, solcuların öteden beri karşı çıktığı bu. Öyle olmasaydı, 'ha öyle vermişiz, ha böyle deyip, en azından sosyal devletin öngördüğü vergilere ses çıkarmamaları gerekirdi.

Sosyalizm zorla alırmış, dinler gönül rızasıyla vermeyi öngörürmüş! Gönül rızasıyla verseler, zorlamaya gerek kalmazdı, insanlık da bu yolları icat etmek zorunda kalmazdı, öyle değil mi? Bırakın her şeyi bir yana, dini inancın en önemsediği konulardan biri, ahiret inancı gereği, üç günlük dünya diye düşünülüp, açgözlülük ayyuka çıkmasaydı, fazla söze hacet kalmaz, insanlığın bir sürü sorunu olmazdı. Bırakalım laf döndürmeyi, 'İki derviş bir seccadeye sığmış, iki cihangir bir dünyaya sığmamış', konu kısaca budur. İsterseniz, bunu, 'İki derviş bir seccadeye sığmış, zengin hacılar fakirlerle aynı yerde şeytan taşlamaya tahammül edememiş' gibi konuya göre uyarlayabilirsiniz, konunun terminoloji konusu olmadığı anlaşılır.

Nuray Mert, Radikal, 04/01/2007

"İslami sol' kavramını düşünmek"

(Yazar Mustafa Akyol'dan bir eleştiri ve yine İslam-Kapitalizm uyumu, ne yazık ki... CK)

Sosyalizm, İslam'a uyar mı?
Öncülüğünü Ertuğrul Günay ve Mehmet Bekaroğlu'nun yaptığı 'Yeni Siyaset Girişimi' geçtiğimiz haftalarda 'İslami sol' kavramını gündeme taşıdı. Gerçi Günay ve Bekaroğlu 'İslami sol' olmadıklarını açıkladılar, ama olsun, kavramın kendisi önemli ve tartışmaya değer. Aslında 'sol' biraz belirsiz bir tanımlama. Özellikle de kimi 'solcu'ların gayet 'aşırı sağcı' pozisyonlar alabildiği ülkemizde... Bazıları 'özgürlükçü sol'dan söz ediyor; ama siyasal ideolojiler arasında asıl özgürlükçü olanı liberalizmdir ve çoğu solcu hareket de aslında özgürlük karşıtıdır. Bu da şaşırtıcı değildir, çünkü sol ideolojinin aslında en önemli içeriği olan sosyalizm, hayal ettiği ütopyaya ulaşıncaya dek, bireysel özgürlüklerin 'halk yararına' bastırılmasını öngörür.

Peki bu içerik, yani sosyalizm, İslam'a uyar mı?
Kuşkusuz 'Komünist Manifesto'dan bu yana sosyalizmin neredeyse her tonunda Marksist bir öz bulunduğu ve Karl Marx da "Din halkın afyonudur" dediği için, ortada çok temel bir uyumsuzluk vardır.

Aslında sorun, sadece Karl Marx'ın bu 'analiz'inden değil, onun (ve Engels'in) tüm bir felsefi/ideolojik zeminini oluşturan materyalist felsefeden gelir. Bu, elbette, İslam'a bütünüyle aykırı ve dahası karşıdır.

'Felsefi ayrılık'
Ama bazı Müslümanlar bu 'felsefi ayrılık' bir kenara bırakılırsa, sosyalizmin aslında iyi bir şey olduğunu, çünkü sonuçta fakirlerin ve ezilmişlerin hakkını savunduğunu ve eşitlikçi bir toplum hedeflediğini, bu yönden İslam'ın toplumsal amaçlarına uyduğunu düşünürler. Oysa durum pek de öyle değildir. Çünkü fakirler ve ezilmişler konusunda İslam'ın ve sosyalizmin öngördüğü araçlar da taban tabana zıttır. 'Bilge Kral' Aliya İzzetbegoviç, bunu bir cümleyle özetlemişti: "İslam vermeyi, sosyalizm el koymayı emreder."

Bunun anlamı şudur: İslam, toplumsal adaletsizliği, toplumdaki zenginlerin vicdanlarını harekete geçirerek azaltmayı öngörür. Sosyalizm ise, zenginlerin mallarına adına 'devlet' denen seküler bir mekanizma ile el koymayı hedefler. İslam'da 'zekât ve sadaka' vardır, sosyalizmde 'kollektivizasyon'.

Dahası sosyalistler, Kuran'ın (ve Kitab-ı Mukaddes'in) ısrarla emrettiği hayırseverliği küçümser, hatta sakıncalı görürler. Çünkü onlara göre gereken şey 'düzen değişikliği'dir. Marx bu yüzden 'Hıristiyan hayırseverliğine' ateş püskürür, 'Sosyalizm ve İnsan Ruhu'nun yazarı Oscar Wilde 'hayırseverlik, çok sayıda günahın anasıdır' der.

Peki neden? Niçin sosyalistler, her uygulandığında felaketlere yol açmış bir 'düzen değişikliğinin' peşinde koşarken, hayırseverliğe karşı çıkmış, bunun bir 'sahte ilaç' olduğuna inanmışlardır?

Çünkü materyalizm öyle düşünmeyi gerektirir!.. Materyalizme, hele de Marx'ın 'tarihsel materyalizm'ine göre, her insan içinde bulunduğu maddi koşulların bir ürünüdür. Eğer burjuva ise, 'burjuva bilinci' ile düşünmesi kaçınılmazdır. Hayırseverlik bile yapsa, bunu mutlaka 'işçi sınıfını pasifize etmek' gibi hinlikler için yapacaktır. Sınıfsal durumundan bağımsız bir 'vicdana' sahip olamaz; ruhun varlığını kabul etmeyen materyalizm, maddi etkenlerden bağımsız bir vicdana inanmaz ki...

'İslami sol' denince ilk aklıma gelen isim olan Radikal yazarı sayın Nuray Mert, sosyalizmin bu noktada bir iç çelişkiye düştüğünü vurgularken doğru bir şey söylemiş. "İşçi sınıfından olmayan birinin neden solcu olduğunun/olması gerektiğinin maddecilikle hiçbir zaman açıklanamayacağı"na işaret etmiş ki, çok haklı.

Ama bu yoldan biraz daha ilerlersek, "burjuva sınıfından" olan birisinin de, yine "sınıf bilinci"ni bir kenara bırakıp, samimi şekilde fakirlere el uzatabileceği sonucuna varırız. Kur'an-ı Kerim'in tanımıyla "mallarında yoksul ve yoksun olanlar için belirli bir hak bulunan" (70/24) ve "ne ticaret ne alışveriş kendilerine Allah'ı anmayı ve zekat vermeyi unutturmayan" (24/37) kişiler, işte böyle "vicdanlı sermaye sahipleri"dir.

'Adil Düzen'
Ne yazık ki bir din olan İslamiyet'in birincil hedefi böylesi ahlaklı bireyler yetiştirmek iken, bir siyasi ideoloji olan İslamcılık 'düzen değişikliği' fikrine odaklanmıştır. (Adil Düzen'i hatırlayın.) İslamcılık'la sosyalizm arasındaki yakınlık oradan gelir.

Oysa gerçekte, merhum Prof. Sabri Ülgener'in eserlerinde detaylıca analiz ettiği gibi; özel mülkiyeti ve miras hakkını güvence altına alan, ticareti ısrarla teşvik eden, fiyatlara narh koymayıp "serbest pazar"ın önünü açan İslamiyet, ahlaki normlara sahip bir kapitalizmle son derece uyumludur. Ve bunun içindir ki İslam toplumlarının geleceği sosyalizmde değil "ahlaki kapitalizm"de aranmalıdır.

Mustafa Akyol, Radikal, Yorum, 29 Aralık 2006

Müslüman sol veya sol Müslümanlık

Mehmet Bekaroğlu ve Ertuğrul Günay'ın önderliğinde bir siyasi parti çalışması geçen hafta sol ve Müslümanlığın bir araya gelip gelemeyeceği tartışması yarattı. Bekaroğlu daha eski olmakla birlikte, her ikisi de benim iyi dostlarım ve geçtiğimiz hafta, beni de, çalışmaları konusunda bilgilendirdiler. Yeni bir siyasi partinin oluşma koşulları ayrı mesele, ancak böyle bir siyasal-düşünsel eksenin oluşmaya başlamasını son derece önemli buluyorum.

'İnançlı olmasaydım solcu kalmaya devam edemezdim' diyen birisi olarak, sol siyaset ve Müslümanlık, üzerine konuşmayı en sevdiğim konulardan biri. Ancak, bir gazete yazısına sığamayacak kadar derin, uzun, çetrefilli bir konu. Yine de birkaç şey söylemeden geçemeyeceğim.

Öncelikle, herhangi bir dinsel gelenekle, sol geleneği ha deyince, kolayca bir araya getirmenin, bir ortak paydada buluşturmanın mümkün olmadığı kesin. Sol gelenek, modern, seküler, pozitivist düşünce geleneğinin bir parçası. Sol düşünce ve siyaset, sadece insan emeğini değil, insan aklını özgürleştirmeyi hedefliyor. İnsan aklının özgürleşmesinden kastedilen; din de dahil olmak üzere tüm dogma ve baskıcı düşünce kalıplarından kurtulmak.

Oysa, kimse kendini kandırmasın, dogma olmadan din olmaz, din dogmaya teslim olmaktır, kurtuluşu bu teslimiyette görmektir. Ama dogmaya teslimiyet, modern düşüncenin iddia ettiği gibi basit ve

sıradan bir önkabulle, hiçbir şeyi uzun boylu kurcalamamak, irdelememek türü bir zihin tembelliği veya ürkekliği olayı değildir. Sorun, modern düşüncenin binlerce yıl düşünmeyi reddetmiş insan aklını özgürleştirmesi meselesi değil, modern düşüncenin 'özgürlük' tanımının farklı bir eksene dayanmasıdır. Evet, bu uzun ve tartışmalı bir konu, ancak tartışmasız olan bir şey var, sol siyaset düşüncesi, bu modern gelenekten geliyor ve bu haliyle din (ve hatta dindar birey) ile uzlaşması imkânsız.

Diğer taraftan dinsel düşünce ve kurumlar, tarih boyunca iktidarın bir parçası olmak dolayısıyla iktidar odaklı bir siyasal düşünce geleneği oluşturmuş vaziyette. İktidarı, mevcut yapıları sorgulayan düşünceler, doğal olarak, siyasal düşünce geleneğinin dışına itilmiş ve gelenek oluşturamamış. Modern çağa gelindiğinde de, bu gelenek, birkaç örnek dışında, üstelik daha da sığ bir statükoculuk şeklinde devam etti veya yine sığ bir köktendinciliğe savruldu. Bugün, yine istisnai bireysel örnekler dışında, Müslüman dediğinizde, sağcı veya köktendinciyi çağrıştırması gayet anlaşılır bir şey.

Ancak, deniz tükendi. Sol, modern dünyanın 'vicdan'ı olmayı başaramadı, çünkü hiç vicdandan bahsetmedi. Tarihsel maddeciliğin insanlığı kurtuluşa götüremeyeceği belliydi, yanlış bilinçliliğin insan davranışını açıklamaya yetmediği de, işçi sınıfından olmayan birinin neden solcu olduğunun/olması gerektiğinin, maddecilikle (veya Gramsci'nin tezleri ile dahi) hiçbir zaman açıklanamayacağı da. Bir başkasının derdiyle dertlenmek, başkasının başına gelenlerden dolayı kalbi sızlamak, insanlığından utanmak, isyan etmek, insanı solcu yapan aslında budur. Çocuk yaşta anlamadan okuduğu tarihsel maddecilik, diyalektik materyalizm veya 19. yüzyılda Almanya'da geçen siyasal tartışmalar değil. Oysa solun hiç kalbi olmadı veya başka bir deyişle olmaması varsayıldı, insan vicdanının, kalbinin götürdüğü yer tarihsel materyalizmle açıklanmaya çalışıldı. Buradan bir yere gitmek imkânsızdı, nitekim gidilemedi.

İnsanlığın bugün geldiği yer malum, geçin vahşi kapitalizmi sermaye feodalizmi, piyasa faşizmine doğru hızlı bir gidiş söz konusu. Modern çağın vicdanı olmak istiyorsa solun, her şeyi yeni baştan düşünmesi tanımlaması lazım, yoksa, bugün bulunduğu yerde, insanlığın büyük serüveninden bağını koparmış, bir burjuva fantezisi olan sol-liberterlikte takılır kalır.

Diğer taraftan, mevcut dünya tablosu içinde, hâlâ iktidarcı bir tavır takınan dini düşünce, kurum, ne varsa, daha fazla kimseyi ikna edemeyecek, varolan öfkeye öfke katacak, dinsel düşünceyi son derece sığ bir alana sıkıştıran köktendinciliğe savrulmayı besleyecek. Ya, tüm insanlığa vaat

ettiği yolda, vicdan oluşturacak, nerede kendine denk bir vicdan bulursa onunla buluşacak, ya bir kördöğüşün karanlık bir parçası olacak.

Sol ve Müslümanlık (ve tüm büyük dinler) sadece halkın inançlarına ters düşmemek gibi popülist bir platformda değil, bu temel eksende buluşursa, insanlık için bir ufuk vaat edebilirler. Tüm dünyada da, Türkiye'de de, bu yönde gelişen tüm çabaların umut vaat edici olduğunu düşünüyorum.

Nuray Mert, Radikal, 19/12/2006

Pierre Joseph Proudhon

1809 Fransa doğumlu Pierre Joseph Proudhon yoksul bir ailenin oğludur ve yaşamı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, doymak bilmez bir öğrenme isteği içinde yaşamıştır. Anarşizm kuramcılarının arasında ayrı bir yeri vardır. Hayatın kendisinden, yaşama deneylerinden, pratikten çok şey öğrenmiş, anarşizm kendini bir eylem öğretisi olarak kabul ettirmek isteyince Proudhon'un yolundan gitmiştir. Bu öğretinin pratik yanına önem veren en önemli anarşist kuramcı Proudhon'dur.

Başkaldırma onu hiçbir zaman nihilizme itmemiştir. Tersine, halkın eski törelerini, çağdaş toplumun bozmaya çalıştığı değerlerini savunmak için başkaldırır. Böylece öğretisinin hem devrimci, hem de gelenekçi olan iki özelliği anlaşılmış olur.

Hegel gibi Proudhon da iki akımın doğmasına yol açmıştır:
Sağcı Proudhon'culuk; Solcu Proudhon'culuk. Kendisine inananlar arasında tanrıtanımazlar olduğu gibi, hıristiyanlar da vardır; faşistler olduğu gibi sendikacılar da vardır. Hepsi de Proudhon'u kendilerine göre yorumlamaktadır. Ama onun en belirgin özelliği Fransız halkının kahramanı olmasıdır.

Proudhon, 1840'ta kendisine büyük bir okur kitlesi kazandıran "Mülkiyet Nedir?" adlı broşürünü yazmış ve bu sorusunun yanıtını şöyle vermiştir: "Mülkiyet Hırsızlıktır!".

1844'te Paris'te Alman göçmenleriyle ilişki kuran Proudhon, Karl Marx'la da tanışmış, 1846'da "Sefaletin Felsefesi"ni yayınlamıştır. (Bilindiği gibi Karl Marx da bu kitaba karşı alaylı bir tonda "Felsefenin Sefaleti" adlı eleştirisini yazacaktır.)

1846'da Proudhon yeniden Paris'e yerleşti. 1848 Devrimi'nde orada kaldı ve devrimin temel düşüncelerinin kendi düşünceleriyle uyuşmadığını kavradı. 4 Temmuz 1848'de milletvekili seçildi. Millet Meclisi'nde verdiği bir söylevde halktan "burjuvazinin kurbanı" diye söz edince şimşekleri üstüne çekti.

Prens Başkan'a yönelttiği saldırıdan ötürü de 1849'da üç yıl hapis ve 3,000 Frank para cezasına çarptırıldı. Cezaevinde yattığı sırada "Bir Devrimcinin İtirafları" adlı yapıtını yazdı.

1858'de "Devrimde ve Kilisede Adalet" adlı yapıtında kiliseye çattığı için gene üç yıllık hapis cezasına çarptırıldı; bu yapıtı "dine ve ahlaka hakaret" sayıldı. Proudhon Belçika'ya sığındı. Genel Aftan sonra Paris'e döndü; 1864'te öldü.


Proudhon'un temel düşüncesi, adalettir. Proudhon'daki adalet düşüncesi, bireysel sınırları aşmakta, toplumsal yaşamı kapsamaktadır.

Yalnız onun sözünü ettiği adalet, daha çok, tanrısal adalet olarak belirmektedir: "Toplumları yöneten bu adalettir, siyasal yaşamın merkezi de odur."

Proudhon, bu adaletin gereklerinden hareket ederek özel mülkiyete karşı çıkar. Mülkiyet insanların zararınadır; çünkü işsizliği, üretim fazlasını, iflasları, yıkımları o doğurur. Proudhon, bir yandan özel mülkiyete karşı çıkarken bir yandan da, kollektif mülkiyet kavramını eleştirir. Ona göre, liberal rejimde güçlüler zayıfları sömürmekte, komünist rejimde ise zayıflar güçlüleri ezmektedir. Öyleyse mülkiyet olmamalıdır.

Proudhon'a göre, birbirlerinin özgürlüklerine saygılı insanlar arasındaki tek ilişki özgür biçimde yapılmış bir sözleşmenin getirdği zorunluluklara dayanan ilişkidir. Kendi hukuk kurallarına göre kurulmuş olan ve bireylerin yetkisini aşan devlet her türlü meşru temelden yoksundur. Zaten otorite demek baskı demektir; üstün iktidar demek, mutlak iktidar demektir. Bu böyle kabul edilince otoritenin savunucuları ister tutucu olsunlar ister sosyalist bunun o kadar önemi yoktur. Proudhon "insanın insan tarafından yönetilmesi köleliktir" der ve ekler "parti olmamalı, otorite olmamamalı, bunların yerine insanın ve yurttaşın mutlak özgürlüğü olmalı". Bu sözler Proudhon'un anarşizmini açık saçık ortaya koyan örneklerdir.

Proudhon'un iddialı anarşizmi, mülkiyet konusunda yazdıklarından da anlaşıldığı gibi temelsiz değildir. Anarşi "pozitif"tir. Bu anarşide "özgürlük, düzenin kızı değil, düzenin anasıdır".

Proudhon yaşamın temel kuralı olarak karşıtlığı, uzlaşmazlığı alır. Hegel'in çelişkilerin bir sentezde çözümlendiği konusundaki düşüncesine karşı çıkar. Proudhon "karşıtlık çözümlenmez" der. Ona göre devlet, birbirine karşı toplumsal güçlere egemen olmak için bütün özel girişimleri yok etmeye çalışmaktadır. Oysa her türlü dış müdahaleden, koruyucudan kurtulmuş bir toplumda denge kurulabilir. Pozitif Anarşi iktisadın siyasete üstünlüğü ile sağlanacaktır, hükümet iktisadi organizma içinde eriyip yok olacaktır.

Proudhon, ailenin, törelerin ateşli savunucusudur. Törelerin dokunulmazlığı, evliliğin kutsallığı, ailenin düzeni söz konusu olduğunda tutucudur. "Aile kurumuna yapılan her saldırı adalete karşı, halka, özgürlüğe ve devrime bir saldırıdır" der. Burjuvaziyi, ahlakı elinde tuttuğu için değil, onu özünden ayırdığı için eleştirir ve aileyi küçük düşürdüğü için suçlar.

Öte yandan adalete olan sarsılmaz inancı onu şiddete dayanan bir devrim önermekten de alıkoyar. Pozitif Anarşizm barışçı bir evrimciliği öngörür. Proudhon "kendi olanaklarımız ölçüsünde adaleti gerçekleştirerek bu evrimi hızlandırmak bizim elimizdedir" der.

Etkisi derin ve uzun süreli olan Proudhon "Anarşizmin babası" ve en etkili temsilcisi sayılır. Proudhon'un bireysel özerklik savunusu hala etkisini duyurmaktadır. Marksçılığa karşı çıkanlar için Proudhon'un düşünceleri dayanak olmuştur. Proudhon, sentezin karşısına dengeyi, zorlamanın karşısına özgürlüğü koyarak Karl Marks'tan ayrılır.

Devrimci Program / 1848

Dolaşım ve Mübadele Bankası

Ben, vatandaşlar, -çok iyi bildiğiniz gibi- o kelimeleri yazan adamım:
MÜLKİYET HIRSIZLIKTIR...

Sözlerimi geri almıyorum, Tanrı korusun. Bu ateşleyici tanımlamayı, yüzyılımızın en büyük gerçeği olarak görmekte kararlıyım. Size bütün söylemek istediğim, benim, aileden ve ev ekonomisinden yana, mal ortaklığına karşı birisi olarak, sefaletin ortadan kaldırılması ve proleteryanın özgürleşmesi için mülkiyetin olumsuzlanmasının da gerekliliğini kavramış olmamdır. Bu öğretinin değerlendirilmesinde kıstas alınması gereken şey sonuçlardır, öyleyse benim teorimi de benim pratiğime göre değerlendirin.

Mülkiyet hırsızlıktır dediğimde, ortaya bir ilke koymuyorum, aksine varılan bir sonucu ifade ediyorum. Aradaki müthiş farkı kolaylıkla kavrayacaksınız.

Şimdi, bu mülkiyet kavramı, benim tanımlamamla, ekonomik sistemin yalnızca bir sonucu, ya da en fazla genel formülü ise, peki bu sistemin ilkesi nedir, pratiği ve biçimi nedir?

Benim ilkem -vatandaşlar, bu size şaşırtıcı gelecektir- benim ilkem bir tektir, o mülkiyetin kendisidir.

Benim, insan ve vatandaş haklarını açıklamak için başka bir sembolüm, başka bir ilkem yok: ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, GÜVENLİK ve MÜLKİYET.

İnsan haklarının açıklanışı gibi, özgürlüğü, başkalarına zarar vermeyen herşeyi yapma hakkı olarak tanımlıyorum.

Aynı şekilde insan haklarının açıklanışı gibi -geçici olarak- mülkiyeti de (insanın) kendi geliri üzerinde, çalışmasının ve emeğinin ürünü üstünde özgürce tasarrufta bulunabilme hakkı olarak tanımlıyorum.

İşte benim bütün sistemim: vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü, çalışma özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, özgür rekabet, kendi çalışmasının ve kendi emeğinin üzerinde özgürce tasarruf edebilme, sonsuza kadar özgürlük, mutlak özgürlük, her zaman ve her yerde özgürlük.

Bu 1789'un, 1793'ün sistemidir. Quesnay'ın, Turgot'un, J.B. Say'ın sistemidir. Bu, politik partilerimizin yayın organlarının gün be gün daha az yada daha çok anlayış ve içtenlikle kabul ettikleri sistemdir. Debats'ın, Presse'in, Constitutionel'in, Sieecle'in, National'in, Reforme'un, Gazette'nin (dönemin politik yayın organları) sistemidir. Seçmenler, nihayet bu sizin de sisteminizdir.

Bu sistem kendi kendisi ve diğerleri için gerçek gibi basit ve sonsuzluk gibi ölçülemez bir kriter oluşturur. Tek kelimeyle kendini kavrattırır ve onaylamaya zorlar. Kimse, özgürlüğe en ufak bir sınırlamanın getirildiği bir sistemin adını bile duymak istemez. O kendisini tek bir kelimeyle tanıtır ve hiç bir yanılgıya yer bırakmaz: özgürlüğün ne olup olmadığı söylemekten daha kolay ne vardır?

Yani özgürlük; ne fazla, ne eksik.

Kelimenin tam anlamıyla ve kapsamlı olarak alınırsa laissez faire, laissez passes; mantıken, eğer meşru olarak bu özgürlükten kaynaklanıyorsa mülkiyet te -benim ilkem- budur. Vatandaşlar arasında -mücbir sebeplerden kaynaklanan- kazalar dışında hiçbir ortaklık olmaması: toplum, özgür davranışı, düşüncelerin dışa vurumunu ilgilendiren hiçbir konuda, hiçbir biçimde mesul değildir. (Insolidarite Complete, Absolue)

Bu kesinlikle komünizm değildir.

Bu Muhammed'in ve Ali'nin yönetim tarzı değildir, bu diktatörlük değildir.

Bu devletin, vatandaşların bütün işlerine ve hatta aileye nüfuz etmesi anlamına gelmez.

Bu ne Babeuf, ne Saint Simon, ne de Fourier'dir.

Bu bir Franklin'in, Washington'ın, La Fayette'in, Mirabeau'nün, Manuel'in, Casimir Perier'in ve Odillon Barrot'un ve Thiers'in düşüncesidir.

Bu size rahatlatıcı mı yoksa korkucu mu görünüyor?

Ama diyeceksiniz, şubat devriminin içinde olduğu bu bekleyişle sorun nasıl çözülür?

Arkasından şu gelecektir: iktisadi olguların düzenlenmesinde özgürlüğün, genel olduğu kadar bireysel özgürlüğün de kullanılmasını hala kısıtlayan nedir?

Cevabım açık ve kesin olmalıdır. Bana göre özgürlüğü kurtarmamız gereken zincirlerden söz edeceğim, çünkü açıktır ki kendimizi özgür hissetmiyoruz; ve bu amaca ulaşmamız için gerekli araçları anacağım. Halk temsilcisi olsaydım iç ve dış politikaya ilişkin hangi sistemi uygulardım, halka, Ulusal Meclis'ten ilk toplantısında neyi istemesini tavsiye ederdim; eğer halk benim tavsiyelerimi tutsaydı, nihayetinde bana, bizi uçurumdan kurtarmak için yanıldığım, başka, daha doğrudan, daha uygun, daha özgün, daha belirleyici, daha devrimci araçların mevcut olduğu kanıtlanıncaya dek, düşünülmelerinden, gelişmelerinden ve yayılmalarından halkın bütün dostlarını yükümlü tuttuğum ve uygulamalarına aralıksız gözkulak olacağım bütün önlemleri söyleyeceğim.

Öncelikle, hastalığın nedenini şiddet kullanarak araştıran ve sonunda bu yüzden hastalığın kendisini unutup hastalarının ölümüne neden olan doktorların yaptığı gibi yapmak istemiyoruz. Sonsuz neden - sonuç zincirini takip etmek istemiyoruz. Olguları kendinde incelemek istiyoruz ve diyoruz ki: kötülüğün nedeni kötülüktür. Artık çalışılmıyor; işyerleri kapalı; depolar dolu duruyorlar; piyasa üretim talep etmiyor; sermaye kaçıyor; nakit para ortadan kayboluyor; ticaret durgunlaşıyor; vergiler toplanamıyor; devlet iflasa doğru gidiyor; işçi açlık ve ümitsizlikten kıvranıyor: tek kelimeyle dolaşım durmuştur, bu krizdir.

Toplum, artık eskiden olduğu gibi bireysel mülkiyetle geçinmemektedir. Toplumun geçimi daha genel bir şeyden, dolaşımdan sağlanmaktadır. Bugün toplumsal gövdeye musallat olan bütün hastalık, bir duraklamaya, dolaşım işleminin aksamasına dayandırılabilir. Eğer dolaşım sıkıntıdaysa, tıkanmışsa, aniden durması için en ufak bir politik bahane yetebiliyorsa, bunun nedeni mekanizmanın kötü kurulmuş olmasında, dolaşımın hareketine sekte vurulmasında, organizmanın hasta olmasında yatmaktadır.

Toplum ekonomisinde dolaşım neye dayanmaktadır?

Nakit paraya, paraya.

İtici gücü nedir? Para.

Üretime pazarı açan veya kapatan nedir? Para.

Mübadelenin kralı, ticaretin ölçütü, değerin simgesi nedir? Para.

Öyleyse para dolaşım için gerekli ve vazgeçilmez midir?

Bu soruya alışılageldiği gibi evet diye cevap verilir, ama bilim hayır der.

Ürünler, ürünlerle mübadele edilebilirler, diyor ekonomi bilimi.

Bu, mübadelenin serbest, doğrudan, dolaysız ve eşit olması gerektiği anlamına geliyor.

Alışılageldiği gibi, ürünler parayla mübadele edilebilirler denilir. Bu paranın yalnızca bir aracı, bir spekülasyon aleti, ticaretin özgürlüğü için bir zincir olduğu anlamına gelir.

Ayrıca, para bedavaya çalışmadığı için bu sistemde dolaşım, aynı zamanda toplumsal gövdenin bir kısmının elinde eriyip giderken diğer bir kısmının elinde bollaşan değerin sürekli bir erozyonuna sebep olacaktır.

Yani para mübadele için bir engel, ticaret özgürlüğü ve endüstri için bir zincir, hem aslına bakılırsa gereksiz bir fazlalık, parazit bir faaliyet, hem de maliyetine bakılırsa bir kayıp nedenidir.

Paradan vazgeçmek ve yenileme sermayesi için faizi ortadan kaldırmak; mübadele bankasının kuruluşuyla, özgürlüğün ilk zincirini böyle kırmayı öneriyorum.

Başka bir yerde, bu bankanın ilkelerini ve teorilerini ayrıntılarıyla anlattım, bunların formülü ve ana düşüncesi mübadelenin genelleştirilmesidir. Bu yeni kredi sisteminde dolaşımın itici gücünün hareket tarzının, teminatının ve güvenliğinin ne olacağını açıkladım. Ülkenin bu yolla, yalnızca diskontodan en azından 400 milyonluk bir tasarrufu olacağını kanıtladım. En keskin eleştirilerin konusu olacağı için -bunu artık istemiyorum- bu projeyi tekrar anlatmayacağım.

Mübadele bankası, ancak bütün vatandaşların istemiyle kurulabilir, çünkü gücü onların özgürce katılımına dayanmaktadır. Şimdi, bütün üretici ve tüketicilerin bu katılımını, propaganda yoluyla belki yirmi senede bile sağlanamayacak olan, otuzbeşmilyon vatandaşın bu karşılıklı onayını, hülümet bir hafta gerçekleştirebilir; ben diyorum ki devrimi bir haftada sonuçlandırmak hükümete bağlıdır.

MÜLKİYET HIRSIZLIKTIR

Doğumunun 198. yılında Pierre-Joseph Proudhon, (a.r.e)...

Mütevazi köylü kökeniyle Proudhon, anarşist filozoflar arasında nadir rastlanan birisidir. Yaşamına inekleri güderek, ve çiftlik işleri ile uğraşarak başladı. Annesi Catherine Simonin onun eğitim alması için oldukça kararlıydı; ailesi 1820´de şehire göç edince onu okula kaydetmek için düzenlemeler yapıldı. (Okul) giderleri babasının patronunun bağlantıları sayesinde karşılandı. Ama yine de yeterince parası olmayınca, alamadığı kitapları "unutması" yüzünden okulda cezalandırılması oldukça rutinleşmişti. Her ne kadar üniversiteye devam etmek niyetindeyse de, ailenin mali sıkıntıları mezuniyetinin ardından yüksek eğitime devam etmesine olanak tanımadı ve böylece yeteneklerini onu -daha sonra pekçok anarşisti ortaya çıkaracak olan, ama ilk defa kendini anarşist olarak adlandıracak olan Proudhon´u (ortaya çıkaran bir meslek olan) basım işine yöneltti.


Yüzyılın ortasına gelindiğinde, Proudhon Fransa´daki en önde gelen solcu entellektüel olmuştu; ve bu bağlamda Avrupa´da Marx´ın veya Bakunin´in şanını oldukça aşmıştı. Hyams´ın (1979, s.1) belirttiği üzere; Proudhon, Marx, Bakunin, Blanqui, Blanc, Herzen, Lassalle ve Engels ile beraber sosyalizmi ortaya çıkaranlardan birisiydi. Bunların arasında Proudhon 19. yy.´ın işçi hareketi üzerinde en köklü etkisi olan kişiydi; ve onun fikirleri, aralarında kişisel olarak Proudhon´u tanıyan Tolstoy ve Bakunin de bulunduğu, pekçok tanınmış anarşisti etkiledi. Aslında yaşamı boyunca Proudhon büyük bir arkadaş çevresine, ve ünü yayıldıkça da bir tanıdık çevresine sahip oldu. Proudhon için arkadaşlık, cinsel sevgi veya evlilikten daha değerliydi.

Kamuoyu tarafından geniş ölçüde bilinen birisi olmadan önce, Proudhon kırsal kesimi gezerek mesleğini yapabileceği bir iş aradı. 1832´de, vatandaşı Alexis de Tocqueville´nin ABD´yi gezmeye başladı sıralarda, Proudhon da iş aramak üzere kendi "Fransa Turu"na başlamıştı. Bu süreçte, kendisini iş aramak için Fransa´da gezinmek zorunda bırakan yoksulluk koşullarının sadece kendi şehrine özgü olmadığını gördü. Bir yerden başka bir yere geçebilmesine yetecek kadar iş buluyor olsa da, kalıcı bir iş bulma çabalarında pek başarılı olamıyordu. Bu deneyimler ekonomik adaletsizlik konusunda oluşmakta olan sezgilerine katkıda bulundu. Bu adaletsizlik sezgisinin tohumları, "soylularla olan tüm anlaşmazlıklarda küçük çiftçiler ve zanaatkarların sözcülüğünü ve liderliğini [yapan]; oyunun kurallarını takmayan ve onlara karşı kızgın olan; ...ve, cüssesiyle yasak bölgeden geçen [tehlikeli işlere girişen] bir kişi olarak, yerel toprak sahiplerinin "avlak bekçileri [oyun hayvanlarının bakıcılığını yapan kişiler]" (Hyams, 1979, s.20) ile olan kavga ve çatışmalarda her zaman yer alan bir kişi olan", anne tarafından büyükbabası Tornesi Simonin´ce atılmıştı. 1833´de kardeşinin askeri fonlarını suistimal eden yüzbaşısını ihbar etmekle tehdit etmesinin ardından gizemli bir şekilde öldüğü haberini almasından sonra, Proudhon varolan düzenin amansız bir düşmanı haline geldi. Lenin´e benzer şekilde, Proudhon´un otoriteye karşı kızgınlığı da kardeşinin bozuk otoritenin ellerindeki ölümünden kaynaklanmış olabilir (Lenin´in kardeşi hakkında, bakınız Buzinkai, D. "V. İ. Lenin: Adolescent Rivalry and Identification", 1982 Kuzeydoğu Siyaset Bilimi Topluluğu Yıllık Toplantısı´nda sunulan bir makale).

1832´nin sonbaharında Besançon´a geri dönmüş olan Proudhon´a Fouriériste gazetesinin editörlüğü teklif edildi. Baskıcı olarak çalışması onun geniş bir ölçekteki entellektüel tartışmalara erişmesine imkan vermişti, ve bu raslantı sayesinde de geniş bir eğitim almış oldu. Kendi kendisine Latince öğrendi ve Latince metinlerin çokça talep edilen dizgicisi oldu, ve en sonunda çok daha prestijli olan "düzeltmenlik" görevine getirildi. Bu eylemleri sayesinde o günün çeşitli yazarları ile ilişkiye geçti; ve nihayetinde akademik bir kökeni olmamasına rağmen, tam bir bağımsızlıkla araştırmalarını sürdürmesine olanak tanıyacak bir burs kazanmayı başardı. Bu onun doğuştan gelen zekasının bir gücüydü.

Yıllarca doğum yeri Besançon ile Paris arasında mekik dokuyan Proudhon asla başkentin çekiciliklerini takdir edecek kadar olgunlaşmadı. Bununla beraber, alfabenin harfleri ve Pazar gününün tatil günü olmasının önemi üzerine makaleler yazarak, inceleme araştırmalarına devam etti. Bu sonraki makalesinde anarşist geleceğinin parıltıları o kadar belirgindi ki, makalesi bronz madalya kazanırken, mali destekçisi, radikal düşüncelere kayması nedeniyle onu uyarmaktaydı. Bu arada iki ortağı ile birlikte kendi basımevini kurarak, kendisinin ve diğerlerinin çalışmalarını yayınlamaya başladı. Ama açıkça siyasi olan ilk eserini yayınlamak için diğer yayıncıları tercih etti. What is Property? An Inquiry into the Principle of Right and of Government [Mülkiyet nedir? Hak ve Yönetim İlkeleri Üstüne İnceleme] adlı eseri ilk defa Proudhon´un kamuoyu önünde tanınmasını --bazıları pek olumlu olmasa da-- sağladı. Kendine has bir jestle, kendisine burs sağlayan ve kendi ihsanları sonucunda yazdığı ürünle skandala yol açacağı kesin olan kitabı Besançon Akademisi´ne atfetti. Bu çalışmasında, "kendi payına hiç bir çaba harcamadan başkalarının emeğini sömürmek için mülkiyetini -üretici olmayanın üreticiye dayattığı; faiz, tefecilik ve kira olarak ayırdedilebilen mülkiyeti- kullananı suçluyordu. "Malik olma" [kullanım hakkını elinde bulundurma, ing. possession] anlamındaki mülkiyete, yani insanın çalışması ve yaşaması için gerek duyduğu ev, toprak ve araçları kontrol etme hakkına karşı hiç bir düşmanlığı yoktu; bunu özgürlük için gerekli temel taşı olarak değerlendiriyor ve bunu tahrip etmeyi hedeflemesi nedeni ile Komünizmi eleştiriyordu" (Woodcock, 1956, s.45). Proudhon´un fikrini anlamak için, malik olma ile mülkiyet arasındaki farkı; [yani] yalın bir ifade ile bir aşığı malik olan, kocayı ise mülk sahibi olan şeklindeki karşılaştırılmasını kavramak gerekir! (Proudhon, 1994, s.36). Proudhon için Mülkiyet yasal bir kavramken, Malik Olma ise bir gerçektir.

Godwin´e benzer bir şekilde mülkiyete karşı saldırısını adalet kavramı üzerine oturtur: "Ben bir sistem kurmuyorum. Ben ayrıcalığın sona erdirilmesini, köleliğin kaldırılmasını, hakların eşitliğini ve yasanın geçerli olmasını talep ediyorum. Adalet, herhangi [sıradan] bir şey değildir. Bu fikrimin alfası, omurgasıdır" (Woodcock, 1956, s.46). "Emeğin tek başına değerin temeli olduğunu, ama bunun emekçiye mülkiyet hakkı tanımadığını, çünkü onun emeğinin ürünün yapıldığı malzemeleri yaratmadığını savunur. ´Ürünlere [erişim] hakkı genele açık değildir; araçlara [erişim] hakkı ise genele açıktır´ " (a.y., s.47). Proudhon İskoçyalı politik iktisatçı Thomas Reid´den şu alıntıyı yapıyor: "Yaşama hakkı yaşam araçları [-na erişim] hakkı demektir, ve masum bir insanın yaşama hakkına saygı [gösterilmesini] gerektiren adalet kuralı, aynı zamanda yaşam araçlarından yoksun bırakılmamasını da ifade eder: bu iki hak eş derecede kutsaldır ... Başkasının emeğini engellemek, onu zincire vurmak veya hapse tıkmakla eş olan bir haksızlığı ifade eder, ve aynı gücenme [duygusunu] hareketlendirir" (Proudhon, 1994, s.46-7). Proudhon bu ilkeyi kabullenir, ve bu uslamlamayı [mantıki çıkarım yapmak] mantıki sonuçlarına vardırır. Eğer yaşama hakkı varsa, yaşama araçlarına [erişim] hakkı da olmalı; ve yaşama hakkı herkes tarafından eşit bir şekilde paylaşıldığı için, yaşama araçlarına [erişim] hakkı da eşit bir şekilde paylaşılmalıdır. Proudhon şöyle uslamlıyordu: "İnsanın yaşaması için emeğe ihtiyacı vardır; sonuçta, çalışabileceği araçlar ve malzemelere gereksinimi vardır. Onun üretme gereksinimi onun hakkını oluşturur; ve onun hakkı, benzer anlaşmalar yaptığı arkadaşlarınca garanti altına alınır" (a.y., s.54). Böylece toplum, mülkiyeti korumak için değil üretim araçlarına erişimi korumak için şekillendirilir.

Proudhon için mülkiyet ve toplum birbiriyle uyuşmaz. What is Property´nin ikinci bölümünde Proudhon şunları yazıyor: "Mülkiyet ... toplumun dışında varolan bir haktır; çünkü eğer her bir [insanın] refahı toplumsal refah olsaydı, koşullar herkes için aynı olacaktı ... Bu nedenle eğer biz özgürlük, eşitlik ve güvenlikle ilişkiliysek, biz mülkiyetin hatırı ile ilişkili değiliz; böylece eğer mülkiyet doğal bir hak ise, bu doğal hak toplumsal değil, toplum-karşıtı bir haktır. Mülkiyet ve toplum birbiri ile kesinlikle uyuşmaz. İki mülk sahibini birbiriyle ilişkilendirmek, iki mıknatısı zıt kutuplarından birleştirmek gibi bir şeydir. Ya toplum ortadan kalkmalıdır, veya [toplum] mülkiyeti ortadan kaldırmalıdır" (Proudhon, 1994, s.42-3).

Bu görüşün merkezinde eşitlik ilkesi bulunmaktadır. Haklar, tanımsal olarak, eşit haklardır. Özgürlük herkes için özgürlük olmalıdır, çünkü, "Özgürlük insanın asli [ilk] halidir; özgürlükten vazgeçmek insanın niteliğinden [nitelikli olmasından] vazgeçmek demektir" (Proudhon, 1994, s.38). Bu görüşü ilk kısmın sonunda, ikinci bölümde özetler; " ... özgürlük mutlak bir haktır, çünkü insan için mühim olan [kendisi üstünde] hakimiyet kurulamamasıdır; varoluşun mutlak [gerekli] şartı [olan] eşitlik mutlak bir haktır, çünkü eşitlik olmadan toplum var olamaz; güvenlik mutlak bir haktır, çünkü her insanın gözünde kendi özgürlüğü ve yaşamı diğerlerininkiler kadar değerlidir. Bu üç hak mutlaktır; yani toplumun her üyesi verdiği kadarını aldığı için, hiç bir azalmaya veya artışa maruz kalmaz --yaşamda ve ölümde; özgürlüğe özgürlük, eşitliğe eşitlik, güvenliğe güvenlik, vücuda vücut, ruha ruh" (Proudhon, 1994, s.42). Bu toplumla evlenme sözü vermeye eş değerdir. Bu evliliği korumak için, sahiplik anlamında mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır; çünkü savaş, şiddet, suç ve diğer toplumsal hastalıklar hep bu mülkiyet eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu mülkiyet görüşü, Woodcock´un dikkat çektiği üzere köylülerin mülkiyet ilişkilerine bakış açısını yansıtır. Proudhon 19. yy.´ın sanayileşmesi hakkında çok az bilgiye sahipti. Onun deneyimleri bir köylü ve bir küçük dükkan sahibi olaraktı. Bununla beraber, [onun bakış açısı] tarımsal bir toplumdan sinai bir topluma geçiş hakkındaki temel noktaları kavrayan bir bakış açısıydı, ve de açıkça pekçok çağdaşının paylaştığı bir bakış açısıydı. What is Property´nin ona sağladığı ün, hayatının geri kalanında onu radikal siyasetin ön saflarına doğru iteledi --aslında bütün bir 19. yy.´da ve İspanya İçç Savaşı´nda da. 1848 devrimleri patladığında Marx´tan daha iyi tanınan ve çok daha etkili bir şahsiyetti. Ünü 1848´de, daha sonra konuşmalarında işçi sınıfının artan gücüne dikkat çekeceği, Ulusal Parlamento´ya seçilmesine yol açtı. 1842 gibi erken bir tarihte Proudhon şunu ifade ediyordu: " ´İşçiler, emekçiler, halktan insanlar, reform girişimi sizindir ... Yeni sosyalist devrim ... işyerlerindeki savaşla başlayacaktır´ diye günlüğüne yazıyordu; ve Latin Sendikalizminden İspanyol İç Savaşına kadar yankılanacak şu ek düşüncelerini not ediyordu: ´Eğer siyasi bir devrim aracılığı ile oluşursa, toplumsal devrim ciddi fedakarlıklar yapacaktır´ " (Woodcock, 1992, s.149).

Proudhon´un düşüncelerinin ana temaları çalışmalarının çoğu boyunca değişmemiştir. Yukarıdan siyasi devrimi eleştirmiş, Marksist gelenekten devrimcilerin saplanıp kaldığı sosyalist görüşün karanlık yanlarını açıkça ortaya koymuştur. Ne amaçla organize edilmiş olursa olsun merkezi hükümet, merkezsizleşmiş ve karşılıkçı [ing. mutualist] ekonomi tarafından karşı çıkılması gereken bir şeytandır. Çalışmalarında hep gözlenen federalist tema, gelişmekte olan ulus devletlerin merkezileşmesine karşı çıkmak için tasarlanmıştır. Bu federalizm ABD veya İsviçre´de takip edilen federalizmden oldukça farklı olan bir federalizmdi. Bu, yukarıdan "gelen" [ing. devolve, intikal eden] [bir güçten ziyade], gerçek gücün yerel düzeyde konuşlandığı bir federalizmdi. Nihayet, işçi sınıfını, en sonunda kendi özgürlüğünü kazanacak özerk bir devrimci güç olarak tanımlıyordu.